29 Haziran 2007 Cuma

Bayrampaşa

Bayrampaşa, İstanbul’un Avrupa yakasında, son yirmi yılda hızlı gelişme göstermiş işçi nüfusunun yoğun olduğu bir ilçedir. Nüfusu 246.006 yüzölçümü ise 990 hektardır. Bugünkü Bayrampaşa İlçesi’nin bulunduğu topraklar Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u kuşatması sırasında askeri yığınak yeri ve karargah olarak seçilmiştir. İstanbul’un alınmasından sonra bu toprakların bir bölümü bağ ve bahçe tarımına ayrıldı. Büyük bir bölümü ormanlık ve fundalıklarla kaplıydı. 1927’de Bulgaristan’ın Filibe şehrinden göç eden ve yöreye ilk yerleşen göçmen grubuna tarım için ayrılan bölgede bağcılık yapılmış, sağmal inekler yetiştirilmek üzere Velibey (Demirkapı), Ferhatpaşa ve Cicoz adlı çiftlikler kurulmuştur. İstanbul halkının 1950’lere kadar mesire yeri olan ve gelenlerin istedikleri kadar üzüm yedikleri, ancak dışarıya çıkartamadıkları meşhur Numunebağları, Abdi İpekçi Caddesi ile O-1 Karayolu arasındaydı. (Anılan bağlardan geriye “Numunebağ Caddesi” adı kalmıştır.)
Bugünkü Bayrampaşa’nın ilk nüvesini oluşturan ve 1954’te köy statüsüne getirilen Sağmalcılar, Rami Bucağı sınırları içindeydi ve Maltepe Askeri Kışlası nedeniyle Kışla Arkası olarak da anılıyordu. 1927’den itibaren gruplar halinde Bulgaristan ve Yugoslavya’dan gelen göçmenlere ilaveten 1955’te İstanbul’un iki büyük caddesi olan Vatan ve Millet Caddeleri yapılırken evleri istimlake uğrayan vatandaşların çoğunun Sağmalcılar Köyü’ne yerleşmesi, nüfusun artışına neden oldu. Ayrıca, 1950’den itibaren bölgede yapılan fabrikalar, ilçeyi sanayi bölgesi haline getirdi. Sağmalcılar Köyü 1960’ta belediye oldu. Mimar Sinan tarafından İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak amacıyla döşenen ve halen faal durumda bulunan su kanallarına, inşa edilen binaların atık su ve tuvalet tesisatlarının yanlış bağlanması ve bu su kanallarına bağlı çeşme sularının bölge halkı tarafından kullanılması sonucunda semtte kolera salgını çıktı. Salgın çok kişinin hayatına mal oldu. Sağmalcılar adını zihinlere kolera sözcüğüyle birlikte yerleştiği düşünülerek ve lV. Murad’ın sadrazamlarından Bayram Paşa’nın burada bir çiftlik sahibi olmasından esinlenilerek Sağmalcılar adı Bayrampaşa olarak değiştirildi. Eyüp İlçesi’nin bir semti olarak gelişmesini sürdüren Bayrampaşa Mayıs 1990 tarihinde ilçe statüsüne yükseltildi. Böylece Eyüp Belediyesi’nden ayrılarak müstakil belediye teşkilatına kavuşturuldu. Bayrampaşa, cadde ve sokakları ile oldukça planlı bir şehir görünümündedir. Semt merkezi Orta Mahalle, Vatan ve Yenidoğan Mahallelerini içine almaktadır.
Büyük İstanbul Otogarı, sebze hali, metro merkezi, otobüs terminali, PTT santralı, Bayrampaşa Cezaevi, Bayrampaşa Devlet Hastanesi, Sağlık Ocağı ve Dispanseri başlıca kamu kuruluşlarıdır. Kızılay, Türk Hava Kurumu, Bayrampaşa Vakfı, Göz Nuru Vakfı ilçedeki sosyal yardım kuruluşlarıdır. İlçede yapılan cami sayısı 30’u aşmıştır. Bunlardan Bayrampaşa Merkez Camii, belediye başkanlığı binası karşısındadır. Osmanlı klasik mimarisinin izlerini taşımaktadır. Kubbe ve şerefeleri Edirne Selimiye Camii’nin tarzını andırır. Caminin alanı 860 m2’yi bulmaktadır. 2 stadyum ve 1 kapalı spor salonu Bayrampaşa’nın önemli spor tesisleridir. Semt folkloru çeşitlilikler göstermektedir. Ülkemizin her yöresinden ve yurtdışından gelen insanlar, geldikleri bölgenin ve ilin farklı oyun, türkü ve geleneklerini getirmişlerdir. Bulgaristan’dan gelen göçmenlerin kurdukları Balkan Oyunları, Folklor Derneği ilçe folkloruna canlılık kazandırmaktadır. Tarihi eserler bakımından önemli bir yeri olan Maltepe Askeri Hastanesi, 1827’de yaptırılmıştır. Bina dört cephelidir. Orta yerinde büyük bir avlusu vardır. Ön cephesi tek, öteki yönleri ikişer katlıdır. Tavanları yüksek, odaları ve koğuşları geniştir.
Giriş kapısı Türk-rokoko tarzında mermerden inşa edilmiştir. Nizamiye Kapısının üzerinde Haşim imzalı “Tuğra-i Hümayun” ve çok uzaktan okunabilen besmele ile “Fih-i Şifa-ün’lin nas” ayetini içeren altın suyu ile celi yazı, altında ve kapının iki tarafında Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’nin yeşile boyanmış ta’lik yazısı ile “Çaresaz-ı derdimendan Hazret-i Mahmüd Han” (Dertlerin dermanı olan sultan 2. Mahmud) dizesi ile başlayan ve “Cism-i Han Mahmud ola asattan daim masun (Tanrı Sultan Mahmud’u daima kötülüklerden korusun) dizesi ile sona eren 32 beyitlik bir kitabe bulunmaktadır. 1922’de lağvedilen hastane bir müddet askeri okul ve daha sonra kışla haline getirilerek 66. Tümen’in karargahı olarak kullanılmıştır. Bugün Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’ne hizmet binası olarak ayrılmıştır. l. Süleyman’ın (Kanuni) emriyle Koca Sinan tarafından yapılan su terazilerinden ve su maslaklarından pek az iz kalmıştır. Belediye Parkı’ndaki Atatürk Anıtı ilçede yeni anıtlardır. Bayrampaşa’da bulunan kapalı ceza ve tevkifevinin yapımına 1955’te başlanmış, 1968’de tamamlanarak hizmete sokulmuştur. Sultanahmet Ceza ve Tevkifevi buraya taşınmıştır. 120.000 m2’lik bir alanı kaplamaktadır. 30.000 m2’lik bölümü hücre kısmına ayrılmıştır. Kadın ve çocuk koğuşları ayrıdır. Bünyesinde 100 yataklı bir hastane vardır.
BAYRAM PAŞA KİMDİR?İstanbul’un Davutpaşa semtinde doğan ama doğum tarihi bilinmeyen Bayram Paşa’nın babasının adı Kurd Ağa, ailenin menşei ise Amasya’nın Ladik kasabası olarak geçiyor. Bayrampaşa sırasıyla; Yeniçeri Kethüdası (1623) Mısır Valisi (1625) Divan-ı Hümayum Veziri (1628) Rumeli Beylerbeyi 4. Murat’ın 2. Veziri İstanbul Kaymakamı 1637’de sadrazam olmuştur. Yeniçeri Ocağı’nda yetişen Bayram Paşa 1623’de Yeniçeri Ağası oluyor. Osman Tarih Kütüğü’nde de adına 1622 yılındaki “Turnacıbaşı Bayram Ağa” diye rastlanıyor. Bayram Paşa, Sultan I. Ahmed’in kızlarından Hanzade Sultan ile evlendi. Beyazıt’ta bir sarayda oturan Hanzade Sultan’ın bir düğün alayı ile sarayından alınıp Bayram Ağa’ya götürüldüğü anlatılıyor. Yeniçeri Ocağı’ndan Turnacıbaşı rütbesinde bir zabit olan Bayram Ağa’nın kendisine vezirlik bile verilmeden bir sultanla evlendirilmesini tarihçiler “istisnai bir vaka” olarak değerlendiriyorlar.
Bir rivayete göre bunun tek nedeni, Turnacıbaşı ağanın emsalsiz bir erkek güzeli olması. Evet, tarih kitaplarında Bayram Paşa’nın son derece yakışıklı bir erkek olduğu ve Hanzade Sultan’ın da Bayram Ağa’nın endamına aşık olduğu yazıyor. Devrin padişahı Sultan Osman da (Genç Osman) kızkardeşini yeniçerisine kavuşturdu. Üstelik Yeniçeri Bayram Ağa’ya rahat yaşayabilmesi için bir de saray tahsis edildi. Bayram Paşa’yı tarih kitapları öve öve bitiremiyorlar aslında. Onun için gayet ciddi, akıl yolunda yürümesini bilen, vakarlı, otoriter, bir adam deniliyor. 1625 yılında Mısır valisi tayin edilen Bayram Paşa, üç buçuk yıl orada kalıyor. Mısır Valiliğinde halk tarafından, işbilir, hak tanır ve adil devlet adamı olarak saygı gördü. 1628 yılında Divan-ı Humayun’a altıncı vezirlikle alınan Bayram Paşa, zamanın kıskanç ve hırslı sadrazamı Hüsrev Paşa’yı kendisine rakip görünce onun hışmına ugradı. Hüsrev Paşa, o denemde yaşanan yolsuzlukları, fitneye, teşvik iddiasıyla Bayram Paşa’nın üzerine attı ve bugünün tabiriyle rakibini ekarte etti. Dahası, Sultan IV. Murad bile eniştesi Bayram Paşa’nın masum olduğunu bildiği halde onu müdafa edemedi. Bayram Paşa tevkif edilip bir hafta Yedikule Zindanı’nda yattı ve hazine mallarına el koydu. Hüsrev Paşa’nın pençesinden eniştesini zar zor kurtaran IV. Murad onu tekrar kubbe veziri tayin etti. Sultan IV. Murad’ın en yakın dostu olan Bayram Paşa, 1635 yılında İstanbul Kaymakamı tayin edildi. Şehri çeviren kale duvarlarına içerden ve dışardan yapılan ne kadar bina varsa istimlak ederek yıktırdı ve tarihi surları tamir ettirdi. Bayram Paşa su sıkıntısı çeken memleketi Amasya’ya kendi kesesinden ödeyerek su getirdi ve bir de mevlevihane yaptırdı. 1637 yılında sadrazam ilan edilen Bayram Paşa 1638 yılında IV. Murad ile Bağdat seferine giderken Urfa’ya yakın Colab mevkisinde beyin kanaması ya da kalp krizi geçirerek öldü. Ölüm tarihiyle ilgili kaynaklarda farklı bilgiler varsa da bu tarih “Bağdat Seferi Menzilnamesi”ndeki kayda göre 16 Rebiülahir 1048’dir (27 Ağustos 1638).
Bayrampaşa hayattayken hazırlattığı Haseki Bayrampaşa Külliyesi içindeki türbesine defnedilmiştir. Bayram Paşa’nın en büyük hatalarından biri olarak tarih kitapları devrin büyük hiciv ustası Nef’i’yi haksız olarak idam ettirmesini gösterirler. Tarihçilerin kaleme aldığı olay şöyle gerçekleşiyor; Sultan Murad nedimleri arasında bulunan Nef’i’ye “taze bir hicvin yok mu?” diye sorar. Şair de Bayram Paşa hakkında yazdığı hicvi padişaha verir, Sultan Murad şiiri takdir eder gibi görünse de yazılan hiciv çok ağırdır ve şairin idamına izin verir. Bayram Paşa şairi sarayına davet eder ve sarayın odunluğunda boğdurarak öldürtür. Bayram Paşa’nın adı bir başka cinayetle daha anılır. Sultan Murad’ın kardeşleri Şehzade Beyazıd ile Şehzade Süleyman onun nezareti altında idam edilmişlerdir. Bayrampaşa İstanbul dışında da bir çok eser bırakmıştır. Bunlardan bazıları; - Amasya’da Mevlevihane, Kervansaray, Su Yolu - Birecik’de Top Dökümhanesi - Niğde’de Han ve Dükkanlar - Adana, Konya Ereğlisi, Seyitgazi ve o zamanki osmanlı sınırları içinde bulunan bir çok yerde han, hamam, camii - Rumeli Eğridere kalesi onarımı - İstanbul’un Fatih semtinde cami, Ayasofya civarında Konak, Kuzguncuk’ta Yalı ve Piri Paşa Hanını yaptırmıştır. - İstanbul’da yapılması düşünülen nüfus sayımı için şehrin etrafındaki surların iç ve dışındaki düzensiz ve usulsüz yapılan yerleşmeleri istimlak ettirdi ve yıktırdı. Tarihi surları tamir ettirmiş ve dış yüzlerini boyatmıştır.
BAYRAMPAŞA’NIN COĞRAFİ YAPISIİstanbul İli’nin Trakya topraklarında bulunan Bayrampaşa İlçemiz ekonomik yapı içinde İstanbul metropoliten alanına dahil ve idari yönden 1963 de Belediye teşkilatı olarak kurulmuş Sağmalcılar Belediyesinin adı 1978 de Bayrampaşa olarak değiştirilmiştir. İlçemiz toplam yüzölçümü 990 hektar olup, 11 mahalleden teşekkül etmiştir. Bunlar alanları ile beraber:

Gaziosmanpaşa

İstanbul'un geç dönem yerleşimlerinden olan ve daha önce Taşlıtarla ve Küçükköy Mevkii olarak bilinen Gaziosmanpaşa, 1950'li yıllardan sonra gelişmiş, 1983 yılında da ilçe yapılmıştır. Gaziosmanpaşa ilçe alanı, yönetsel bakımdan kuzeydoğu, doğu ve güneydoğudan Eyüp, güneyden Bayrampaşa ve Esenler ile çevrilidir. Kuzeyden ise Karadeniz'e komşudur. Gaziosmanpaşa, yüzölçümü bakımından İstanbul'un büyük ilçeleri arasında yer almaktadır. İlçe toprakları 3500 hektar bir alan kaplar. İlçenin Gaziosmanpaşa Belediyesi sınırları içinde 28 mahallesi, ayrıca mücavir alanda 5 beldeye bağlı 12 mahallesi ve 5 de köyü vardır. 1985'de 291715 kişilik İstanbul nüfusunun yüzde 5'ini barındıran Gaziosmanpaşa'da, aynı yıl km² ye 1790 kişi düşmekteydi. 1990'da ilçe nüfusu 393667'ye, nüfus yoğunluğu ise 2415 kişi / km² ye yükselmiştir.
Gaziosmanpaşa, nüfus artış hızı açısından İstanbul'un önde gelen ilçelerinden biridir. Öyle ki, 1997'deki nüfus sayımına göre ilçe nüfusu yedi yıl gibi kısa bir sürede 570 943 kişiye, nüfus yoğunluğu ise 3900 kişi / km² ye yükselmiştir. Nüfus yoğunluğu bakımından Gaziosmanpaşa, yalnız İstanbul'un değil, Türkiye'nin de önemli, yerleşimlerinden biridir. Gaziosmanpaşa ilçe alanı eskiden Eyüp ve Çatalca ilçelerinin sınırları içindeydi. Bugün ilçe merkezinin bulunduğu güneydoğudaki topraklar 1950'lere kadar boştu. Eyüp ilçe sınırları içindeki bu topraklar kıraç ve taşlı olduğundan halk arasında Taşlıtarla olarak adlandırılırdı. 1950'den önce burada hayvancılıkla uğraşanların kurduğu ağıllarla bir kaç atölye tipi imalathane vardı. 1952 yılında Balkan Göçmenlerine devletin yaptırdığı evlerle başlayan Taşlıtarla serüveni, 1960'lı yıllardan itibaren sanayinin Rami ve Eyüp'e kaymasıyla korkunç bir ivme kazandı ve bugün ortaya 601 bin kişinin yaşadığı dev Gaziosmanpaşa ilçesi çıktı. Bir bakıma Taşlıtarla, Gaziosmanpaşa ilçesinin çekirdeği sayılmaktadır. Düne kadar kentin varoşu olan Taşlıtarla bugün dev gökdelenleri alışveriş merkezleri, bilgisayarlı okulları ve eğlence merkezleriyle modern bir görünüm kazandı. Taşlıtarla 1958'e kadar Eyüp'ün Rami Bucağı'na bağlı olan Küçükköy'ün bir mahallesiydi.
1962'de yapılan bir araştırmaya göre Taşlıtarla'daki 18 bin gecekonduda yaklaşık 90 bin kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir. Nüfusun hızla artmasına bağlı olarak Eyüp İlçesi'nde kurulan Göktepe Bucağı'nın merkezi durumundaki Taşlıtarla, 1963'te bucak çevresindeki alanlarda oluşturulan Gaziosmanpaşa İlçesinin merkezi oldu ve bundan sonra Gaziosmanpaşa adıyla anılmaya başladı. Gaziosmanpaşa İlçesi'ne Rami Bucağı'nın ve Çatalca İlçesi'ne bağlı Hadımköy Bucağı'nın bazı köyleri katılmıştır. 1970'den önce Çatalca'nın Tayakadın Köyü 1990 öncesinde yine Çatalca'nın kırsal bir yerleşmesi olan Yeniköy de bağlanınca Gaziosmanpaşa İlçesi bugünkü sınırlarına kavuşmuştur. Gaziosmanpaşa İlçesi'nin kentsel gelişmesini en iyi ilçenin nüfus gelişmesi göstermektedir. Dünyanın çok az yerinde görülebilecek bir kentleşme sonucunda Gaziosmanpaşa'nın nüfusu 1935-1997 yılları arasındaki 60 yılda olağanüstü büyümüş, tam 165 misli artmıştır.
İlçe nüfusu 1935'de 3847 iken 635.000 olmuştur. 1935'teki sayıma göre, bu alandaki nüfusun tamamı kırsal yerleşmelerde yaşıyordu. Sonraki yıllarda İstanbul'un bir çok bölümünde görüldüğü gibi Gaziosmanpaşa'da da kentleşme hız kazandı. Gaziosmanpaşa İlçesinde İstanbul'a yakın olan yerler daha hızlı kalabalıklaşmış ve kent niteliği kazanarak İstanbul kentsel alanına katılmıştır. Kurulduğu günden bu yana her dönem kamuoyunun dikkatini çeken ilçe, son yıllarda artan nüfusuyla İstanbul'un en büyük ikinci ilçesi olma hüviyetini kazandı. 1990 Genel Nüfus Sayımı'na göre ilçe merkezinin genç bir nüfusa sahip olduğu belirlenmiştir. Öyle ki, 20 yaşın altındaki nüfus toplam nüfusun yarısına yakındır. Yine aynı sayıma göre, ilçe merkezinde 6 yaşın üzerindeki okuryazarlık oranının yüzde 88.1 olduğu görülmüştür. İlçe merkezinde okuma yazma bilenlerden yüzde 81.3'ü bir öğrenim kurumundan mezun olmuştur.Bunlardan yüzde 75.7'si ilkokulu, yüzde 12.9'u ortaokul ve dengi okulları, yüzde 9.2'si lise ve dengi okulları ve yüzde 2.2'si yüksek öğrenim kurumlarını bitirmiştir.Gaziosmanpaşa ilçe merkezinde iktisaden faal nüfus 12 ve daha yukarı yaştaki nüfusun yüzde 48.4'ünü oluşturmaktadır. Bu, 12 yaş üzerindeki nüfusun yaklaşık yarısının faal olarak ekonomik hayata katıldığını, diğer yarısının ise ekonomik açıdan faal olmadığını ortaya koymaktadır. İktisaden faal olmayan nüfusun büyük kısmını ev kadınları oluşturmaktadır.
Gecekondulaşmanın yoğun olduğu ilçelerden sayılan Gaziosmanpaşa, son yıllarda özellikle de Belediyenin altyapı, ulaşım ve peyzaj çalışmaları ile her geçen gün gelişme trendini arttıran bir yapıya kavuşturulmuştur. İlçenin kaderini iyi yönde etkileyen bu hizmetler büyük yatırımcıları bu bölgeye sevk etmiş ve Gaziosmanpaşa da İstanbul'un kentli unsurlarını taşır hale gelmeye başlamıştır. Sosyal yapıyı güçlendirmek, renkli etnik ve kültürel yapıyı canlı tutabilmek ve nüfusun yarıya yakınını oluşturan gençlerin ihtiyaçlarına cevap verebilmek için; Belediye, yeni yapılanmakta olan ilçede bir çok alanı kamulaştırarak, çok amaçlı spor kompleksleri, dev alış-veriş ve kültür merkezleri, büyük tünel ve kavşak çalışmaları, toplu konut alanları ve rekreasyon alanlarından bir kısmını hayata geçirmiş, bir kısmını da projelendirerek yapılaşma aşamasına getirilmiştir. Hızla artan nüfus ve buna paralel olarak yıllardan beri ihmal edilmişliğin ortaya çıkardığı sorunlar, ilçede pek çok faaliyetin bir arada ve süratle yapmak gereğini doğurdu. Artık Gaziosmanpaşa'nın çehresi yapılan planlı altyapı çalışmaları ve gelecek vadeden projeler ile modern bir görünüm kazanıyor. Çevre sağlığı ve insan sağlığına hizmet veren yatırımları, sosyal hizmetlerde ve meslek edindirmede halka sunulan sınırsız hizmetler ile insanı insan yapan değerlerin ön plana çıkarıldığı bir anlayış sergileniyor.
Planlı ve akılcı etütler yapılarak değişen ilçenin önümüzdeki yıllarda İstanbul'un örnek gösterilen cazibe merkezi halini alacağı gün gibi aşikar. Esnaf ve Sanatkarlar Birliği'nin verilerine göre, Gaziosmanpaşa'da 498 küçük ölçekli, 145 orta ölçekli ve 18 de büyük ölçekli işletme bulunuyor. Genel olarak avize, oto motor tamiri, metal işleri, konfeksiyon, torna-tesviye ve elektronik tesisatçılığı konularında faaliyet gösteren bu işletmelerde 3688 kişi çalışıyor. İlçede genel olarak bir inşaat havasının hakim olduğu söylenebilir. Eski gecekondular artık yerini planlı yapılaşmaya bırakıyor. İlçenin hemen hemen her yerinde inşaat malzemesi satan perakendeci ya da toptancı mağazalarına, hafriyatçılara, marangozlara rastlamak mümkün. Gaziosmanpaşa İlçesi'nde ekonomik hayatın temelini küçük esnaf ve dış üretim faaliyetleri oluşturmaktadır. İlçe merkezinde iktisaden faal nüfusun yüzde 60'ı bu işlerde çalışmaktadır. Bununla birlikte İlçeye bağlı köylerde kırsal nüfusun geçimini temin ettiği tarımsal üretim de vardır. Ancak tarımsal üretim her geçen gün azalmaktadır. Son yıllarda gelişmeye başlayan baka bir faaliyet alanı da turizmdir. Gelecekte özellikle Karadeniz kıyısında turizm faaliyetlerinin önemli bir yer tutması beklenmektedir.

pendik

Tarihi kaynaklara göre Pendik M.Ö. 5000'lerden beri yerleşim alanı. İstanbul Boğazı ile Sakarya nehri arasındaki bölgenin jeopolitikvejeostratejik özelliği sebebiyle çok sık el değiştirmesi dolayısıyla, bu bölgede bulunan Pendik de çok farklı milletler tarafından ele geçirildi. MÖ. 1200'lerde bu bölgede Makedonyalılar'ın olduğu, MÖ. 8. Yüzyılda Roma Imparatorlugu'nun, daha sonra da Bizanslıların egemenligi ele geçirdigi biliniyor. Bizans döneminde Pantikion ya da Pentikion adıyla anılan yer bugünkü Pendik civanydı. Bilinen en eski adı Pantikapion ve Pantikapeum. Pendik'e Roma döneminde Panticio, Pantecio, Panticia deniyordu. Bizans döneminde kullanılan Pantecion (Pantiki) ismi "her tarafı surlarla çevrili" anlamına gelir. Çoğu kaynaklar Pendik kelimesinin duvar anlamına geldiğini ve Istanbul'a egemen olan devlet ya da hükümetlerin doğudan gelecek saldınları önlemek için burasıyı bir savunma hattı olarak kullandıklarını kaydederler.
Bazı kaynaklara göre Pendik "beş burun" anlamını taşır. Ural dağlarından gelip bu bölgeye yerleşenlerin Farsça beş köy anlamında "Pench-deh" ismini kullandığı söylenir. Pendik tarihöncesi çağa kadar uzanan eski bir tarihe sahip. Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinin çok öncesinde de bir çok medeniyete beşiklik yapmış olan Pendik eski bir yerleşim ve uğrak yeri. Frigler'in Anadolu'ya yerleşmeleri ve Frigya Devleti kurma sürecinde Istanbul Bogazı ile Sakarya nehri arasındaki bölgeye yerleştiklerinde, Friglerin bir kolu olan Bebrikler bu bölgeye Bebrikya dediler. Mö. 650 yılında bu bölgeye yerleşen ve buraya Bitinia adını veren Bitinler, MÖ. 6. yüzyıl ortalarında Anadolu'ya hakim olmak isteyen Perslerin egemenliğini tanıdılar. Roma ancak MÖ. 85 yılında Anadolu'ya Kalkhedon'a (Kadıköy) ayak basarak, MÖ. 74 yılında Pendik'in de baglı olduğu Bitinya'yı hakimiyetine geçirdi. Bizans hakimiyeti döneminde General Belisarios Pendik'te yaptırdığı villasında yaşadı. Pendik Got'ların Nikomedia (İzmit) ve İranlıların Kadıköy'e yaptığı seferlerde de uğrak yeri oldu. Pendik'in müslüman ordularıyla tanışması 668 yılında Süfyan komutasındaki orduların Üsküdar'a kadar ilerledikleri seferle oldu. 1071 Malazgirt Savaşı'nın ardından Alparslan'ın kuzeni Kutalmışoglu Süleyman Şah'ın kuvvetleri 1079 yılında Üsküdar'a kadar olan bölgeyi ele geçirdi ve Boğaz, Bizans ile Türkler arasında sınır oldu.
Ancak 1204 yılında Haçlı Ordusunun istilası ile bu bölgede Latin Devleti kurulduğunda, Pendik de yıkımdan payını aldı. Pendik 1328 yılında Orhan Bey döneminde Samandıra ve Aydos kalelerinin alınması sonucu Osmanlı yönetimine geçti. Daha sonra bir kaç kez Istanubul'un Anadolu yakası Bizans yönetimine geçmiş olsa da, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethiyle birlikte Pendik de Osmanlı'nın hakimiyetine bir daha el değiştirmemek üzere girdi. Pendik'te yapılan kazılarda lonik stilde bir kolon, çok sayıda mezar ve Roma döneminde yapılmış hisar temelleri bulundu. Pendik Osmanlı idari yapısı içinde önceleri bir "karye" idi. Üsküdar Mutasarrıflığı Adalar Nahiyesi'ne baglı bir köy yerleşmesiydi. Bu dönemde Rum, Ermeni ve Müslüman unsurların bir arada yaşadıkları ve daha çok sebze-meyve üreticiliği, balıkçılık ve zeytin yetiştiriciliği ile uğraşılan şirin bir yerleşim yeri olduğu biliniyor. Pendik, ilki 1798'de olmak üzere üç kez yandı. 1889'daki yangında 1200 hane yok oldu. Birinci dünya savaşı sonrasında İtilaf Devletlerinin İstanbul'u işgalinden Pendik de nasibini aldı, İngilizler Büyükdere yakınında bir karakol kurdular. 2 Ekim 1923 günü işgal kuvvetlerinin İstanbul'u terk etmesiyle Pendik'teki karakol da boşaltıldı.

Örme Obeliski

Kaba yontulmuş taşlarla örülü, taklit Obelisk hipodromun güneyinde yer alır. Kati yapıldığı tarih bilinmez. 10. yy.da eseri tamir eden İmparator Konstantin Porfiregenetus adı ile anılır. Bir zamanlar üzerini kaplayan, altın harflerle süslü Bronz plakalar 4, Haçlılar tarafından soyulmuştur.

Yılanlı Sütun

İstanbul’un en eski eserlerinden birisidir. Birbirine dolanmış 3 yılanın kafaları altın bir kazanın 3 ayağı biçimini alıyordu. M.Ö. 5.yy’da Persleri yenen 31 Yunan şehri elde ettikleri bronz ganimetleri eriterek bu eşsiz kalitedeki eseri yaptırtmıştı.8 m. boyundaki Yılanlı Sütun aslında Delfi’deki Apollo mabedine dikilmişti. İmparator Konstantin tarafından 324 yılında getirttirilerek, Hipodromun ortasına diktirilmiştir. 17 yy.da yılanların kafaları yerlerinde duruyordu. Sonradan kayıp olan kafaların bir parçası bulunarak İstanbul Arkeoloji müzesine konulmuştur.

Pierre Loti

Eyüp Sultan Camii'nin yanındaki mezarlıkların arasından upuzun merdivenleri tırmanmaya başlarken, bir yandan Haliç'i seyrediyor, bir yandan da ortamın yaydığı mistik huzuru soluyorsunuz. Yolun sonunda karşınıza tarihi Pierre Loti Kahvesi çıkıyor. Birkaç yüz yıllık geçmişe sahip kahve eşsiz manzarasıyla sizi alıp eski zamanlara, Cenevizlilere, Osmanlılara götürüyor.. 19. yüzyılın sonlarına kadar Rabia Kadın Kahvehanesi olarak bilinen, Fransız yazar Pierre Loti kahveyi mekan tutmaya başladıktan sonra Pierre Loti Kahvesi olarak anılan kahve, yıllardır aşıkların, kendisiyle buluşmak ve şehirden kaçarak spritüel bir huzur solumak isteyenlerin durağı. Pierre Loti, 1850-1923 yılları arasında yaşamış ünlü Fransız yazar ve oryantalist. Deniz subayı olan Loti, Türkiye'ye ilk kez 1876 yılında gelmiş ve bir yıl kalmış. Eyüp sırtlarındaki tarihi kahveyi de o yıllarda keşfetmiş. Haliç'in büyüsü mü bilinmez ama, Pierre Loti'yi oraya çeken bir diğer unsur da Aziyade ismindeki evli bir Osmanlı hanımıymış.
Fransa'da evli olduğu söylenen Pierre Loti ile Aziyade arasında büyük bir aşk olduğu yıllarca efsane gibi dilden dile aktarılmış. Pierre Loti aynı isimli romanında Aziyade'ye olan aşkını gizlememiş. İşte o gün bugündür kahvenin adı Pierre Loti olarak anılmış. Kahvenin bulunduğu tepeye de Loti'nin anısı Pierre Loti Tepesi adı verilmiş.. Bu tarihi kahvenin hemen bitişiğindeki eski merdivenlerden çıkınca sağ tarafta, istanbul Büyükşehir Belediyesi'nin 1997 yılında Pierre Loti Tepesi'ndeki yapıları istimlak ederek bölgeyi turizme kazandırmak amacıyla başlattığı projenin ürünleri karşımıza çıkıyor; metruk evlerin yerine Osmanlı-Türk mimarisine uygun yapılan ahşap konaklar. Mevcut yapıları muhafaza edilen turistik kompleksin yapımı 2000 yılında tamamlandı. Otel olarak hizmet veren altı konağa, Pierre Loti'ye yakın semtlerin isimleri verilmiş; Ayvansaray, Sütlüce, Eyüp, Balat, Hasköy ve Fener konakları. Turquhause Butik Otel olarak turizme açılan konaklar 68 odalı ve130 yatak kapasitesine sahip. Tarihi konaklarda bir gece konaklamanın bedeli 60-100 dolar arasında değişiyor.İç mekanlar tesislerin içinde bulunduğu tarihi atmosfere uygun objelerle dekore edilmiş. Restoran ve kafenin tavanları kalemkarlar ve nakkaşlar tarafından özenle süslenmiş.
Tesisin bulunduğu bahçe zevkli bir peyzaj çalışmasıyla ziyaretçilerin rahatça gezebilecekleri bir alana dönüştürülmüş. Pierre Loti'de konakların yanı sıra tarihi eserlerde restore edilmiş. Örneğin, 250 yıl önce idris-i Bitlisi tarafından yaptırılan Sıbyan Mektebinin restorasyonu tarihi mimari'nin korunmasına katkı açısından önemli. Bahçedeki Niyet Kuyusu'na iki rekat namaz kılıp, niyet duasını okuduktan sonra gelenler kuyunun içine baktıklarında kaybettikleri değerli bir şeyin nerede olduğunu gördüklerine inananlar, bu umutla hâlâ kuyunun içini gözleyenler var. Tesisin girişinde Attan Düşen Ali Paşa'nın kabri de bulunuyor. Rivayete göre , rahmetli Paşa'nın padişahla arası açılmış, görevinden azledilmiş. Bir süre sonra padişah tarafından iade-i itibara mazhar olmuş ancak bu kez attan düşüp vefat etmiş. Pierre Loti Turistik Tesisleri'ne gelenler Halic'in muhteşem siluetini izlemenin yanı sıra Miniatürk'ü yukarıdan görme şansına da sahipler.

Çinili Köşk

Arkeoloji Müzesi karşısındaki iki katlı enteresan binadır. Fatih Sultan Mehmet' in Topkapı Sarayında yaptırttığı ilk binadır. 1472 Tarihli yazlık köşk, sütunlarla hareketlendirilmiş cephesi, eyvanlı terası ve kesme çini dekoru ile Selçuklu tesirinde bir erken Osmanlı örneğidir. Giriş duvarında uzun kitabe yer almıştır. Giriş bölümü, üzeri kubbeli bir mekan olup, yanlarda tonozlu odalar yer vardır. 13-19 yy. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait seramik ve çiniler kronolojik sıralı sergilenmiştir 16 yy. İznik yapımı çiniler müzenin önemli eserleridir.

Ayasofya Müzesi

Dünyanın 8.harikalarından birisi sayılan Ayasofya, Sanat Tarihi ve mimarlık dünyasının 1 numaralı yapısı hüviyetindedir. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş ender eserlerdendir. Orijinal adı Hagia Sofia olan, Türklerin Ayasofya dedikleri yapı yanlış bir şekilde, Saint Sofia olarak bilinir. Bazilika, Sofia isimli bir azizeye değil, Kutsal Hikmet’e ithaf edilmişti. Önceki bir pagan mabedinin yerinde yapılmış 3 ayrı bazilika aynı isimle anlatılmıştı. İmparator Büyük Konstantin devrinde kilise yapılmadığı halde, bazı kaynaklar, ilk Ayasofya Bazilikasının onun tarafından yaptırıldığını iddia ede gelmiştir. Küçük ölçülerdeki ahşap çatılı ilk yapı 4. yy. ikinci yarısında Büyük Konstantin’in oğlu Konstantinus zamanında yapılmıştı. 404 yılında, bir isyan sırasında yanan ilk yapının yerine, daha büyük ölçülerde inşa edilen 2. kilise 415 yılında törenle açılmıştı. 532 yılında Hipodromda yapılan bir araba yarışı sonucu çıkan kanlı isyan on binlerce şehirlinin ölümüne ve pek çok binanın yakılmasına sebep olmuştu. “Nika” isyanı diye bilinen ve İmparator Justinyen aleyhine gelişen bu isyanda Ayasofya Kilisesi de yakılmıştı.
İsyanı zorlukla bastıran İmparator Justinyen “Adem’den beri hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek” bir ibadethane yapmak için harekete geçti. Önceki bazilikanın kalıntılarının üzerine 532 yılında yapılmaya başlanan, Hıristiyanlık âleminin bu en büyük kilisesi beş yılda tamamlanarak, 537’de merasimlerle açıldı. İmparator hiçbir masraftan kaçınmayarak devlet hazinesini mimarların önüne saçtı. (Tralles’li Anthemius ile matematikçi, Miletoslu İsidorus) Kubbe inşaatı Roma mimarisi tarafından geliştirilmiştir, Bazilika planı da eski devirlerden beri tatbik edilmekte idi. Yuvarlak yapıların üzerleri çok büyük ölçüde kubbe ile örtülebilmişti. Ancak Justinyen Ayasofya’sındaki gibi dikdörtgen bir mekan ortasında, dev ölçüde bir merkezi kubbe yapımı, mimarlık tarihinde ilk kez deneniyordu. Rahiplerin koruyucu duaları okumaları devam ederken, İmparatorluğun hemen her yerinde mevcut olan erken devir kalıntılarından getirtilen çok sayıda ve değişik mermer parçaları, sütunlar yapıda kullanıldı. Sonraları da bu devşirme malzeme ve bilhassa
sütunlar için, neye yarayacağı anlaşılmaz, bir sürü orijin hikayesi uyduruldu. Justinyen devrinde Ayasofya bir zevk ve gösteriş ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Sonraki devirlerde ise bir efsane ve sembol olarak kabul edilmiştir. Bin yıl süre ile aşılamayan ölçüleri yanında finans zorlukları ve teknik yetersizliklerden ötürü efsanevi görülmüş, böyle bir yapının ancak kutsal kuvvetlerin yardımı ile yapılabileceği zannedile gelmişti. Ayasofya bir 6yy. Bizans devri eseri olmakla beraber, ön misali olmayan, sonraki devirlerde de taklit edilmeyen Roma mimari geleneğine bağlı bir “Deneme” dir. Dış ve iç görünüşteki tezat ve iri kubbe Roma’nın mirasıdır. Dış görünüş zarif değildir, proporsiyonlara dikkat edilmemiş, bir kabuk gibi yapılmıştır. Bunun tersine iç görünüm saray gibi görkemlidir, göz alıcıdır; yapı, dev bir “İmparatorluk” eseridir. Açılış merasiminde heyecanına hakim olamayan İmparator atların çektiği arabası ile içeriye dalmış, Tanrıya şükür ederek, Süleyman Peygambere üstün çıktığını haykırmıştı. Bazilika etrafını çevreleyen yüksek binaları ile büyük bir dini merkez olarak gelişmişti. Bizans İmparatorları ile Doğu Hıristiyan kilisesinin yüzyıllar sürecek çekişmeleri için sahne artık hazırdı. Eşsiz ve üstünlüğüne rağmen yapının hayati önemde hataları vardı. En önemli mesele kubbenin iriliği ve yan duvarlara yaptığı basınç idi. Böylesine bir kubbenin ağırlığının temellere aktarılması için lazım olan mimari unsurlar o devirde henüz tam gelişmemişti. Yanlardan dışa doğru eğilen duvarlar orijinal, basık kubbenin 558 yılında yıkılmasına şahit oldular. Yapılan ikinci kubbe daha yüksek ve daha küçük çaplı tutulmuştu. Bu kubbenin de yarıya yakın kısmı 10 ve 14 yy'’arda 2 defa daha çökmüştür.
Ayasofya her devirde hazineler dolusu sarflar yapılarak ayakta tutulabilmiştir. Türk’lerin şehri 1453 yılında fethetmeleri, harap durumdaki Ayasofya’nın derhal camiye çevrilerek kurtarılmasına sebep olmuştur. Türk mimarı Koca Sinan’ın 16.yy.da eklediği payanda duvarları, 19. yy. ortasında Mimar Fossati kardeşlerin ve 1930’dan itibaren yapılan diğer restorasyonlar ve kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi önemli tamirlerdi. 2000 li yılların restorasyonları, mevcut madeni portatif iskele ile daha seri yapılabilecektir. Ayasofya 916 yıl baş kilise ve 477 yıl cami olarak, aynı tanrıya inanan 2 değişik dinin hizmetinde olduktan sonra Atatürk’ün emri ile müze yapılmıştır. 1930-1935 yılları arasında ortaya çıkartılıp temizlenen bir kısım mozaikler Bizans'ın önemli sanat eserleri arasında yer alırlar.
ZİYARET
Avlunun içerisindeki müze girişi, asırlar sonra yeniden kullanılmaya başlanan, batı yönündeki orijinal kapıdır. Girişin yanında önceki, ikinci binanın kalıntıları görülür. Vaftiz olamayanların girebildikleri dış koridor 5 kapı ile iç koridora, burası da 9 kapı ile kilisenin esas kısmına açılır. Ortadaki yüksek kapı İmparatorluk kapısı idi. Bunun üzerindeki mozaik pano 9. yy. sonunda yapılmıştır. Ortada taht üzerinde oturan pantokrator İsa’dan bir imparator şefaat istemektedir. Yanlardaki madalyonlarda Meryem Ana ve Baş Melek Gabriel’in portreleri vardır. İç koridor ve yan neflerin tavanındaki diğer figürsüz mozaikler Justinyen devri orijinalleridir.Yapının ana kısmında ziyaretçiyi görkemli ve muazzam bir mekân karşılar. İlk adımdan itibaren kubbenin tesiri derhal hissedilir. Sanki havaya asılı gibi durmakta ve bütün binayı kaplamaktadır. Duvarlar ve tavanlar mermer ve mozaiklerle kaplı, rengarenk bir görünüştedir. Kubbe mozaiklerinin 3 değişik renk tonu, yapılan 3 değişik tamirat devrini gösterir. Yüksekliği ve çapı ile dünyanın en büyük kubbesi iken günümüzde de sayılı büyük kubbelerindedir. Yapılan tamiratlardan dolayı kubbe tam bir çember değildir. Kuzey – Güney çapı 31,87 m.dir. Doğu – Batı çapı 30,87 m. olup yüksekliği 55,60 m.dir. Kubbenin dayandığı 4 pandantifte, 4 kanatlı melek figürü, yüzleri kapatılmış olarak yer alır.
Dikdörtgen, geniş orta mekanın sütunlarla ayrılmış 2 yanında, karanlık neftler uzanır. Orta mekan 74.67 x 69.80 m.dir. Alt katta ve galerilerde toplam 107 sütun vardır. Ayasofya sütun başlıkları tüm yapının en karakteristik ve belirgin, klasik, 6. yy. Bizans süsleme örnekleridir. O çağa ait bir özellik olan derin oyulmuş mermerler güzel bir ışık, gölge oyunu ortaya serer. Ortalarında İmparator monogamları bulunur. Köşelerde yer alan antik porfir sütunlar, yeşil Selanik mermerinden yapılma orta sütunlar ve tümünün beyaz mermerden yapılma, zengin işlemelerle süslü başlıkları insanı eski günlere götürür. Ayasofya’yı boş bir müze görünümünden sıyırıp bazilika veya cami olarak kullanıldığı, gösterişli, mistik, değişik, eski orijinal görünümünde hayal etmek lazımdır. Büyük bir İmparatorluğun baş kilisesi olduğu devirlerde apsis önünde yer alan bölme, altar, ambon ve diğer merasim gereçleri altın ve gümüş levhalarla kaplı, fildişi ve mücevherlerle süslü idiler. Bazı kapılar bile böylesine kıymetli madenlerle kaplı idi. Latin istilası bütün bunları ve diğer bazı mimari parçaları sökerek Avrupa’ya taşımıştı.Apsis yarı kubbesinde kucağında çocuk İsa ile Meryem Ana, sağ yanda da Baş Melek mozaikleri bulunmaktadır. Karşı duvardaki bir başka melek figürü tahrip olmuştur.
Galeriler seviyesinde duvarlara asılı, deri üzerine yapılmış 7.5 m. çapındaki büyük diskler ve kubbedeki yazıt, eserin cami olarak kullanıldığını hatırlatırlar. 19. yy. ortalarında dönemin büyük ustaları tarafından yazılan bu kaligrafiler birer şaheserdir. Yuvarlak tablolarda Allah, Hz. Muhammed, 4 Halife ve Hasan-Hüseyin isimleri yazılıdır. Döneminin güzel örnekleri mihrap üstü vitraylar, apsis içine yerleştirilmiş cami mihrabı, yanındaki minber ve mevlithanlar balkonu Türk dönemi ekleridir. Zeminde yer alan, renkli mermer parçalarından yapılmış kare kısım, belki 12. yy.da ilave edilmiş, İmparatorların taç giydiği mahaldir.

Üstün kaliteli mermerden yapılmış iki küresel iri kap orta mekânın giriş yanlarında yer alır. Antik orijinli bu kaplar geç 16. yy’da Bergama’dan getirtilmiştir. Binanın kuzey köşesinde “terleyen sütun” bulunur. Alt kısmı bronz bir kuşak ile çevrilmiş, parmak sokulabilen bir dilek deliği olan sütun hakkında bolca masal ve efsane vardır. Binayı dışardan destekleyen payandaların kuzeydeki ilkinin içerisi rampadır. Üst galerilere bu rampa ile çıkılır. Binayı üç yönden kuşatan galerilerden muhteşem iç mekan bambaşka görülür. İmparatorluk kadınları ve kilise toplantıları için ayrılmış kısımları vardır. Kuzey kanatta bir, güney kanatta da 3’lü figürler halinde 3 mozaik pano bulunur. Güney galeride, yanındaki pencereden giren gün ışığı altında, Bizans mozaik sanatının şaheser panosu yer alır. Buradaki konu, çok geniş son mahkeme sahnesinin tam ortasında bulunan; “Diesis” diye bilinen, üçlü figürdür. Ortada İsa onun sağında Meryem, solunda ise Hz. Yahya yer alır. Değişik dizili arka fon mozaikleri, figürlerin güzelliğini daha da artırır, yüz ifadeleri fevkâlede realisttir.
Güney galeri dibindeki 12. yy. mozaik panoda, Meryem Ana ve çocuk İsa, İmparator II. Komnenus, İmparatoriçe İrene, yan duvarında hasta Prens Aleksios yer alır. Takdim edilen rulo kiliseye bağışları, deri kese ise altın yardımını belirtmektedir. Macar asıllı imparatoriçenin ırk özellikleri; açık ten ve açık saç rengi belirgindir. Buradaki ikinci pano, tahta oturmuş İsa, yanında İmparatoriçe Zoe ve üçüncü kocası Konstantin Monomakhos'dur, Konstantin’nin kafası ve üstündeki yazıt kazınıp, tekrar yapılmıştır. Orijinal mozaik Zoe’nin ilk kocasına aitti. Bu panoda İmparatorluk ailesinin kiliseye şükran ve bağışları sembolize edilmektedir.İç koridordan müzeyi terk ederken görülen büyük bir mozaik pano 10. yy’dan kalmadır. Bozuk perspektifli figürler: Ortada Meryem Ana ve çocuk İsa, yanlarda ise şehir maketini sunan Büyük Konstantin ile Ayasofya maketini sunan Justinyen'dir. Çıkışta kısmen zemine gömülü M.Ö. 2. yy’dan kalma muazzam bronz kapılar Tarsustan, belki de bir pagan mabetinden getirtilerek, burada tekrar kullanılmıştır.Müze bahçesinde değişik devirlerde inşa edilmiş Türk Sanat eserleri bulunur. Bunlar bazı sultanların türbeleri, okul, saat ayar evi ve şadırvandır. Doğu cephesi minareleri 15, batıdakiler de 16. yy’da eklenmişlerdir.

Harika İstanbul - Arkeoloji Müzesi

Ressam,arkeolog Osman Hamdi beyin kurucusu olduğu müze 13 Haziran 1891 de Müze-i Hümayun ismi ile açılmıştı. 1902 ve 1908 tarihlerinde yan kanatları, yüzüncü kuruluş yılında 1991 de de modern büyük bir bölüm eklenmiş ve yeni düzenlemeler yapılmıştı. Abidevi binanın mimarı Vallaury idi. Giriş karşısında iri ve ürkütücü Tanrı Bes heykeli yerleşmiştir. Sağ tarafta Antik çağ heykelleri salonları uzanır. Konforlu, güzel bir teşhirde tamamı bakımdan geçip, temizlenmiş, Arkaik Çağdan, Roma devrine devam eden eşsiz heykeller sıralıdır. Salonların ilkinde Antik mezar taş ve rölyefleri sonra, Anadolu Pers egemenliği, Afrodisias buluntularının yer aldığı Kenan Erim salonu, Efes, Milet ve Afrodisias'tan eserler sergilenen Anadolu'nun üç Mermer Şehri salonu, Hellenistik devir Heykelleri, Menderes Manisa'sı ve nihayet Hellenistik tesirli Roma ve Roma devri heykelleri salonları bulunur.

Giriş sol tarafında hediyelik, hatıra eşyaları ve kitapçı reyonundan sonra Osman Hamdi Bey hatıra salonu sonrada Sayda Krallar Nekrapolü'nden bizzat kendisinin kazıp, çıkarttığı eserlerin salonları uzanır. İlk üç lahit Sayda kralı Tabnit ailesine aittir. Benzersiz bir Likya lahdi ile Satrap lahdi de buradadır. Sonraki bölümde M.Ö.4 yy.a tarihlendirilen, dünya ünlüsü İskender lahdi ile Ağlayan kadınlar lahdi vardır. Büyük İskender'e ait olduğu zannedilmiş olan lahitin 4 tarafı Makedonyalılar ile Persler arasında savaş ve av sahnelerini gösteren yüksek kabartmalar ile süslenmiştir. Yeni ek bina girişi yan duvarında Assos Athena mabedinin ön yüzü bire, bir ölçülerde canlandırılmıştır. "İstanbul Çevre Kültürleri" bölümü, değişik çağlara ait civar buluntu ve tümülüs kazılarında ortaya çıkarılmış şahane eserlerin modern ve güzel biçimde sergilendiği ilk salondur. Bizans devri eserleri salonu da buradadır. "Çağlar boyu Istanbul" bölümü ve üst katlarda, karşılıklı vitrinlerde çağdaş eserlerin yer aldığı, "Çağlar boyu Anadolu ve Truva" , "Anadolu ve Komşu Ülkeler Medeniyetleri": Filistin, Suriye ve Kıbrıs eserleri kronolojik sıralama ile teşhir edilmektedir.

Harika İstanbul - Alman Çeşmesi

Hipodromun girişindeki oktagonal, kubbeli çeşme Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Sultana ve İstanbul’a hediyesidir. Almanya’da yapılıp 1898’de İstanbul’daki yerine monte edilmiştir. Neo-Bizanten üslubunda inşa edilen çeşme, içerden altın mozaikle süslüdür. Güzel bir eser olmakla beraber, çevredeki diğer eski abidelerle tam uyum içerisinde değildir.

Hipodrom ve Sultanahmet meydani

Her devirde sehrin en önemli ve dinamik yeri, yarim ada yedi tepesinin ilki olmustur. Sehrin ilk kuruldugu akropol surlarla çevrili, tipik bir Akdeniz ticari yerlesimiydi. Roma devrinde bu merkez genisletilerek, yenilenmistir.
Günümüze çok az kalintilari kalan Roma devri önemli yapilari ve abideleri Hipodrom çevresinde insa edilmisti. “Büyük Saray” diye bilinen Imparatorluk Sarayi Hipodromun yanindan baslar, asagilara, deniz kenarina kadar uzanirdi. Bu Saraydan günümüze bir büyük salonun yer mozaik panosu gelebilmistir. Sehrin en önemli meydani Agusteion ve burasi ile cadde arasinda Milerium zafer taki bulunurdu. Cadde Roma’ya kadar uzanan yolun baslangici idi ve ilk km tasida buradaydi. Hamamlar, mabetler, dini, kültürel, idare ve sosyal merkezler bu civara yerlesmislerdi. Semt Bizans ve Türk devirlerinde de merkezi önemini devam ettirmistir. Istanbul’un en önemli abideleri Ayasofya, Sultan Ahmet Camii, Türk ve Islam Eserleri Müzesi, Yere Batan Sarnici burada, Hipodromun çevresindedirler. Sehrin ana caddeleri (asagi limana inen ve batiya sehir surlarina dogru gidenler) Hipodromdan baslar ve yamaçlari takip ederdi. Yol kenarlari ticari kuruluslar ve ikametgahlarla çevrili idi. Yan yollar dar ve bazilari basamaklarla yokus asagi uzanirlardi. Anayol kaldirimlari bazen iki katli, galerili insaa edilmislerdi.Yol boyu genis meydanlardan ayrilan sapaklarla sur kapilarina ulasilirdi. Ana cadde “Mese” diye anilirdi. Surlarda Altin Kapi yolu “Via Egnetia” Roma’ya, giden yoldu. “Hipodrom” At binenlerin, atlarin meydani anlamina gelir. Roma Imparatoru Septimius Severus”un 2.yy. sonlarina insa ettirdigi hipodrom Büyük Konstantin tarafindan devasa ölçülerde genisletilmisti. Bazi tarihçiler 30, bazilari da 60 bin seyirci kapasitesinde oldugunu bildirirler. 2 veya 4 atin çektigi arabalarin yarislari esas gösterilerdi. Roma Imparatorlugu ve sonradan Bizans Imparatorlugu devrinde hipodrom sehrin toplanti, eglence, heyecan ve spor merkezi olarak 10 yy’a kadar önemini sürdürmüstü. 1204 Latin istilasi ile beraber, sehrin bir çok diger abideleri gibi burasi da önemini yitirmisti. Araba yarislari yaninda, müzisyen topluluklari, dansözler, akrobatlar, vahsi hayvanlarla kavga gösterileri, toplantilar yapilirdi. Bütün bu faaliyetler için ise Roma devrinde bol tatil günleri mevcuttu. Dev ölçüde bir U harfi seklinde olan hipodromun dogu uzun tarafinda, daminda 4 bronz at bulunan, balkon seklinde, imparator locasi yer alirdi. Ortada, hipodromun kum kapli sahasini ikiye bölen, arabalarin etrafinda yaristigi alçak bir duvar, bu duvarin üstünde de Imparatorlugun çesitli yerlerinden getirilen abideler ve meshur at yarisçilari ile atlarinin heykelleri bulunurdu. Söhretli bir araba yarisçisi akla gelebilecek her türlü maddi olanak içinde yüzerdi. Yarisçilar yesil-mavi-sari-kirmizi gibi politik güçleri de olan takimlara ayrilmislardi. Zaman, zaman yarislara politika karisir, karsilikli güçlerin mücadeleleri korkunç katliamlara dönüsebilirdi. Hipodrom günümüze zemini 4-5 metre yükselmis ve kalabilmis 3 abide ile gelmistir.Bunlar Misir’dan getirilen Obelisk, Yilanli Sütun ve Örme Obelisktir. Türk devrinde, bu meydanda bazen, eski günlerindeki zengin gösteriler gibi, çesitli festival ve gösteriler tertiplenmisti. Hipodrom’un batisinda, Sultan Ahmet Camii’nin karsisinda yer alan Ibrahim Pasa Sarayi 16. yy. zengin ve tipik özel saraylarin günümüze gelen tek örnegidir. Bu güzel yapi Türk ve Islam Eserleri müzesi olarak ziyarete açiktir. Muazzam Hipodromdan günümüze yuvarlak güney ucu gelmistir. Büyük kemerlerle donatilmis tugla bir yapidir. Sonraki devirlerde Hipodromun tas bloklari ve sütunlarinin tamami baska yapilarda kullanilmistir. Hipodrom girisi sagindaki parkta 4-5 yy. ait özel saray kalintilari, az ilerisinde de Aya Öfemiya Bizans Kilisesinin kalintilari bulunmaktadir.

Öyküsü su seslerine karışan 1500 yıllık bir mekan

Sultanahmet’te bulunan Yerebatan Sarnıcı, 542 yılında Bizans İmparatoru Justinyen tarafından At Meydanı’nın diğer tarafında bulunan Büyük Saray’ın su ihtiyacını karşılamak üzere yaptırılmıştır. Fetihten sonra yaklaşık yüzyıl süreyle sarnıcın varlığı fark edilmemiş; ancak bodrumlarında su biriktiren ve deliklerden sepet sarkıtarak balık tutan insanların varlığının anlaşılmasıyla keşfedilmiştir. Osmanlı döneminde onarılarak kullanılan sarnıcın giriş kısmındaki evler 1940’larda belediye tarafından istimlak edilerek, giriş için düzenli bir bina yapılmıştır. 1985-1988’de Büyükşehir Belediyesi geniş ölçüde bir temizlik ve onarımdan geçirilen sarnıçtaki su ve dipteki çamur birikintisi boşaltılmış, temizlenmiş, batıdaki ucuna kadar uzanan bir iskele yapılmış, ayrıca kuzeydoğu köşeye de bir platform inşa edilmiştir.Yerebatan Sarayı olarak adlandırılan sarnıç içten 145 metre uzunluğunda 65 metre genişliğindedir. Yaklaşık 9800 metrekarelik bir alanı kapsamaktadır.Her bir dizide 28 tane olmak üzere 12 sıra sütun tuğla kemerleri ve bunların desteklediği tonozları taşır. Toplam sayıları 336 olan sütunlardan 8’i kuzey bölümde Örme kılıf içine alınmış, güneybatıda 37 sütun, etraflarını çeviren bir dolgu duvarın içinde kalmıştır.Son restorasyonda içi kuru olmasına rağmen sarnıca tekrar su geldiğinden bugün hala 1-2 m arasında su bulunmaktadır. Halen İstanbul Kültür ve Sanat Ürünleri Ticaret A.Ş. tarafından işletilen Yerebatan Sarnıcı’nda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çeşitli kültür etkinlikleri gerçekleştirilmektedir.

DERSAADET VE UC ISTANBUL

Dersaadet olarak da isimlendirilen İstanbul, 19.yüzyılıın ortalarına kadar idari yapı ve yargısal açıdan dört ayrı bölüme ayrılmıştı. Bunlardan ilki İstanbul Kadılığı’nın yetki sahası olan ve İstanbul Metropolünün kent merkezi kabul edilen Suriçi’dir. Galata, Üsküdar ve Eyüp’ten oluşan Bilad-ı Selase ise bu metropol alanın kazalarıdır. “ Üç Belde” anlamına gelen Bilad-ı Selase ayrı kadılar tarafından yönetilmiştir.

Fakat bu ayrım sadece idari ve yargısal bir bölümlemeyi değil yanı sıra sosyolojik ve kültürel bir farklılığı da ifade etmektedir. Dersaadet’in bu dört ayrı bölümü, aynı şehir içerisindeki birbirinden farklı; fakat bir arada ahenkli bir bütün oluşturan dört ayrı dünyayı teşkil etmiştir. Aynı zamanda bu dörtlü yapı, İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısını zenginleştiren ve canlı kılan faktörlerin başında gelir.

SURIÇI

İstanbul’un en eski bölümüdür. Kuzeyde Haliç, doğuda Boğaz, güneyde Marmara tarafından sınırlanır. Tek kara bağlantısı batıdandır ve çevresi Bizans döneminden kalma surlar ve sur yıkıntıları tarafından çepeçevre sarıldığından Suriçi diye anılır.


Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inşa ettirdiği ve Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği asıl İstanbul’dur. Fetihten sonra devletin merkezi buraya getirilmiş; böylece bir imparatorluk merkezi olarak kurulan bu kent, 20.yy başlarına dek aynı şekilde varlığını sürdürmüştür. Suriçi’nin belki de bu özelliği nedeniyle, Osmanlı Padişahları Suriçi’nde oturdukça devletin başarıları devam etmiştir.

Topkapı Sarayı incelendiğinde aslında klasik anlamda bir saray değil, adeta bir “otağ” olduğu, her an harekete hazır bir ordunun ordugahına benzediği görülür. Öte yandan devletin merkez bürokrasisinin oturduğu Babıali de Suriçi’ndedir. Burası zaman zaman baskınların ve karışıklıkların yaşandığı ve önemli siyasi olayların vuku bulduğu bir mekan olmuştur. 19.yy.dan başlayarak basının da merkezi haline gelen Babıali birçok Osmanlı aydını da yetiştirmiş; ünlü Meserret Pastanesi’nde nice heyecanlı tartışmalar yaşanmıştır.

19.yy ortalarında Osmanlı Padişahları saraylarını Suriçi’nden Boğaz kıyılarına taşımışlarsa da Babıali Suriçi’nde kalmış ve burası bir siyasi merkez olmanın ağırbaşlılığını her zaman üzerinde taşımıştır.

Osmanlı döneminde Müslüman olması nedeniyle yalnız İran’ın konsolosluk açmasına izin verilen Suriçi’ne Batılı Hristiyanlarda pek sokulamamış; Suriçi ahalisi hep imparatorluğun yerli Müslüman ve Hristiyan unsurlarından oluşmuştur. Balat’ın Yahudileri de buna dahil edilmelidir şüphesiz.

Fethedildiği dönemde nüfusu 50.000’e düşmüş ve eski ihtişamını kaybetmiş bir yer olan Suriçi Osmanlının gayretleri ile tekrar canlanmış ve 16.yy’da nüfusu 500.000 ‘i aşmıştır. Bunun yanısıra padişahlar, saray halkı ve diğer kişiler Suriçi’ni birçok mimari şaheselerle süslemeye gayret etmişler; şehre İslami özelliğini veren tipik camili silüetini oluşturmak için birbirleriyle yarışmışlardır. Birçok cami, han, hamam, hayır ve eğitim kurumları inşa edilmiştir. Bunların en ünlüsü ve en eskisi Fatih Külliyesi’nde yer alan, eski adıyla Sahn-ı Seman Medresesi’dir. Yine Süleymanüye Medresesi’nde yer alan Meşihat ve Suriçi’nin dini bir merkez olma özelliğini tamamlar.

Suriçi’ni süsleyen taş ve mermerden yapılma anıt eserlerden gözümüze biraz da halkın oturduğu mahallelere çevirelim. Dar ama huzur dolu küçük sokakların iki tarafında yer alan cumbalı ahşap evler Suriçi’nin tipik mahalle görüntüleridir. Şair Mehmet Akif’in tabiriyle “Ayakta durmaya el birliğiyle gayret eden, lisan-i hal ile amma rukuya niyet eden” bu ahşap evlerden oluşan mahalleler ciddi bir tehlikeyi de yüzyıllarca hep yaşayagelmişlerdir. Yangın Suriçi’nin sık sık karşılaştığı bir felakettir.


Çıkan yangınlar ise hızla ve kolaylıkla yayıldıklarından koca mahalleler alevlerle bir anda ortadan silinirdi. Yangınlar genellikle bir çok yanıcı maddenin de iskelelerine indirildiği Cibali’den başlar, rüzgarın durumuna göre Unkapanı, Fatih, Aksaray yönünde; ya da Kapalıçarşı’yı da yakarak Sultanahmet yönünde ilerlerdi.yangınlara karşı uzun süre tek önlem vardı:Tulumbacılar Su fışkırtttıkları tulumbalarını surtlarında taşıyarak koşar adım yangın yerine gelen tulumbacılar Suriçi’nde ilginç bir yangın folkloru oluşturmuştur. Tulumbacı gençlerin söylediği maniler, tulumbacılara aşık olan mahalleli genç kızların hikayeleri bu folklorun parçalarıdır.

Suriçi’nin başka bir folklorik öğesi ise kabadayılarıdır. Özellikle Osmanlı’nın duraklama döneminde şehirdeki asayiş çeşitli nedenlerle bozulunca mahallelerde türeyen kabadayılar aslında basit bir serseri takımı değildi. Görevleri mahallenin namusunu korumaktı. Bu kabadayı sürülerini zaman zaman meşihattan gelen ulemanın yönettiği ve aralarına karışıp mahalle kavgalarına karıştıkları da görülmüştür.


Suriçi canlı bir ticari merkezdir de. Ticaretin merkezi, Suriçi’nin çeşitli merkezlerine dağılmış han ve çarşılardı ki, bunların en ünlüsü Kapalıçarşı’dır. Beyazıt ile Nuruosmaniye arasında uzanan bu binalar kompleksi Osmanlı’nın parlak zamanlarında onunla beraber yükselmiş; çöküş zamanı ise üstünlüğü Galata’ya kaptırmıştır. Parlak dönemlerinde Kapalıçarşı’da ticaret yapan zengin Müslüman tüccara “Bazargan” denirdi. Bu ünvanı almak zordu. Bunun için bir tacirin deniz aşırı ticaret yapması, hem borçlarını vaktinde ödeyerek güvenilirliğini ispatlaması, hem de servetinden bir kısmını hayır işlerine ayırması gerekirdi.

Evet, anıt eserleri, sarayı, Babıali’si, dar sokaklarla bezeli mahalleleri, Kapalıçarşı’sı ve diğer özellikleriyle Suriçi, Osmanlı’ydı. Osmanlıyla büyüdü, önem kazandı; Osmanlı çökmeye yüz tutunca, oda önemini kaybetti. Bugün daha çok tarihi ve turistik bir mekan olarak geçmişe şahitlik ediyor.

GALATA

Haliç’in kuzey sahilindedir.19. yüzyıla gelinceye kadar Galata Cenevizlilerin yaptırmış olduğu surlar içerisinde kaldı. Bu surlar Haliç’in kenarında bugünkü Azapkapı’da başlıyordu. Galata Kulesi surların en kuzeydeki gözetleme kulesiydi ve surlar buradan Tophane’ye kadar iniyordu. Bizans döneminde adı “Sykai” (incirlik) idi. Rumca’da “Karşıdaki İncirlik” anlamında “Peran en Sykais” de denirdi. Levantenlerin kullandığı “Pera” adı buradan gelir. “Galata” ise Rumca “galaktos” (süt) yada İtalyanca “calata” (merdivenli yol) gibi kökenlere dayandırılır.

Galata bir Osmanlı şehri olan İstanbul’un Avrupai kısmıdır. Zaten kuruluşundan bu yana da hep Avrupalı’dır. Doğulu ve Ortodoks bir imparatorluk olan Bizans’ın başkenti Kostantinapol’ün hemen yanı başında Batı’lı Latin ve Katolik bir koloni olarak kuruldu. Dönem dönem Venedik ve Cenevizliler arasında el değiştirdi ama hep Latin ve Katolik kaldı. İstanbul’un fethinden sonra da durum pek değişmedi. Gerçi Fatih Sultan Mehmet Galata’ya Rum ve Yahudileri yerleştirerek Latin olmaktan çıkarmıştır. Ama hala İslam başkentinin yanı başındaki gayrimüslim bir öğedir.


Bu nedenle Galata’nın “karşıdaki” (peran) olması sadece Haliç’in diğer tarafında olmasını ifade etmez. Aynı zamanda kültürel bir diğer tarafta olmayı da ifade eder. Sadece bununla da kalmaz, Galata zaman zaman İstanbul’un düşmanlarının tarafında olmuştur. Evet, Galata ihanet de eder. İlk olarak 1204 yılında Latinlerin İstanbul’u işgali sırasında ihanet etmiştir. Bu işgalde Galata Latinlere yardım ve yataklık yapmış, netice de İstanbul barbarca yağmalanıp talan olmuştur. Bu olay Bizans’ın çöküşünü hazırlamıştır. Osmanlı’ya da sadık kalmaz Galata. Osmanlı’nın çöküşünde önemli rolü bulunan Kapitülasyonların yürütülmesinde Galata önemli bir merkezdir. 19. yy’dan itibaren Galatalı bankerler aracılığıyla Osmanlı büyük bir borç yükü altına sürüklenecek ve ekonomik olarak yağmalanacaktır. Yine Galatalı Rum bankerlerle Osmanlı’ya isyan eden Yunanistan’ı parasal olarak destekleyeceklerdir.

Galata kuruluşından itibaren hep çok canlı bir ticaret merkezidir. Müslüman ahalinin de rağbet ettiği meyhaneleriyle de gece hayatına merkezlik etmiştir.Ama Galata en parlak günlerini 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşayacaktır. Kapitülasyonlara ilaveten 1839 Tanzimat Fermanı ile yeni ayrıcalıklar kazanan yabancılar ve azınlıklar gittikçe güçlenecek, dolayısıyla Galata’da hızla zenginleşecek ve büyüyecektir. 1860’lara gelindiğinde artık Ceneviz surları Galata’ya dar gelecektir. Bu nedenle bu tarihte surlar yıkılacak ve 15.yüzyıldan beri iskan olan bugün Galatasaray Lisesi’nin bulunduğu yere kadar uzayan günümüzün İstklal Caddesi veya o dönemde Levantenlerin Grand Rue De Pera ‘sı görülmemiş bir ihtişama kavuşacaktır. Burada önceleri yabancı ülkelerin elçilik binaları ve kiliseleri vardır. Arkasında büyük malikaneler, lüks apartmanlar, alışveriş merkezleri, eğlence yerleri ve sanat merkezleri ile bu cadde dolmuş kısa zamanda caddenin etrafında da yerleşim başlamıştır. Levantenlerin pera olarak isimlendirdikleri Galata’nın bu genişlemiş hali halk Beyoğlu olarak anacaktır. Bu yeni semtin kısa sürede alt yapı sorunları çözülecektir. Caddeler taş döşemelerle kaplanacak kanalizasyon yapılacak, elektrik,su ve havagazı şebekeleri döşenecek ulaşım için atlı tramvaylar konulacaktır. Fakat en önemlisi dünyanın en eski üçüncü metrosu da bu dönemde Galata’da açılacaktır.


Galata bir yandan bankerleri ve borsası ile bir finans merkezidir. Diğer yandan Galata Limanı Avrupa’nın en işlek limanlarından biridir ve uluslararası ticaret çok canlıdır. Grand Rue De Pera veya Cadde-i Kebir Kapalıçarşı’nın yanı sıra ikinci bir alışveriş merkezi haline gelmiş sadece Levantenler değil batılılaşma heveslisi kesimlerde burada satılan Avrupa’dan ithal mallara aşırı rağbet göstermiştir. Cafeleri , tiyatroları, barları, operaları, kantocuları, Avrupa mutfaklı lokantaları ve pastaneleri le bir eğlance merkezidir. Tanzimat döneminden itibaren Pera tarzı yaşamayı devlet politikası haline getirmiş bulunan Osmanlı’nın batıcı siyasi elitleri içinde Galata büyük bir mekteptir. Çünkü Osmanlı insanı Beyoğlu’nun Avrupa’lı mekanlarından ve Levantenlerinden batılı gibi yemeyi, içmeyi ,giymeyi ,eğlenmeyi, konuşmayı ve kısaca batılı olmayı öğreniyordu.

Galata Avrupa’nın hiçbir kentinde rastlanmayacak kadar Kozmopolitti. Başta Fransızca olmak üzere bütün Avrupa dilleri konuşuluyordu. İtalyanların, Almanların, Fransızların, İngilizlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin,Macarların ve Rusların kendi cemaatleri vardı. Sadece mezheplere göre değil, etnisiteye göre de her grup kendi ibadethanesine sahipti.Bu nedenle çok sayıda birbirinden farklı gruplara ait kiliseler ve sinagoglar yanyana bulunmaktaydı.


Şüphesiz Galata’da müslüman unsurlarda yok değildi.Galata Mevlevihanesi Arap Cami ve etrafında iskan edilen Endülüs Arapları Asmalı Mescit, Ağa Cami ve Sahabe Kabirleri ilk anda akla gelenler ama bunlar Galata’nın “Gavur” kalmasına engel olmaya kafi gelemediler. Galata aynı zamanda çok sayıda yabancı eğitim kurumunun faaliyet gösterdiği bir yerdir. Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve Avusturya Galata’da liseler açmıştır.Buralara Levantenlerin ve azınlıkların çocuklarının yanı sıra zengin veya soylu Müslüman ailelerde çocuklarının göndermiştir.Osmanlı’nın ve Türkiye’nin Batıcı aydınlarının bir çoğu bu okullarda yetişecektir.

Dedik ya hep farklıdır Galata. İstanbul’un diğer kısımlarıyla aynı kaderi bile paylaşmaz. Balkan Savaşı’nın başlamasından itibaren İstanbul hem sefaletin hem de siyasi çalkantıların içine yuvarlanırken, Galata, tarihinin en parlak dönemlerini yaşayacaktır. Bir yandan Birinci Dünya Savaşı’nın savaş zenginliği buraya akarken, diğer taraftan Rusya’dan Ekim Devrimi’nden kaçan Beyaz Rusların gelmesiyle Beyoğlu daha da canlanır. Eğlence hayatı gittikçe daha çok hareketlenir. İstanbul işgal altındayken, burası işgal kuvvetlerini ağırlayan ve eğlendiren bir mekan olur. Ama savaş sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Levanterlerin ışıltılı Pera’sı da yavaş yavaş çöker.

ÜSKÜDAR


Anadolu yakasında, Boğaz’ın girişindedir. Tarihi Üsküdar, Salacak ve Paşalimanı arasında yer alırken; İstanbul’un diğer bütün semtleri gibi günden güne büyümüştür. Günümüzde doğuda Ümraniye, güneyde Kadıköy ve kuzeyde Beykoz ilçeleriyle komşudur.

Üsküdar, Osmanlı döneminde Galata ve Eyüp dışında İstanbul’a bağlı üçüncü kadılıktır. Sadece coğrafi değil, yanı sıra kültürel farklılığı da ifade eden bu bölümleme içerisinde Üsküdar, Anadolu’luğu ve Anadolu Türk-İslam geleneğini temsil eder. Üsküdar herşeyden önce coğrafi olarak Anadolu’dur. Anadolu topraklarının Boğaz’ın suları tarafından çizilen sınırı üzerinde yer alır. Demografik olarak da Anadolu’dur. 1352 ‘de Orhan Gazi tarafından fethedildikten sonra Anadolu’dan gelen, Müslüman halk Üsküdar’a yerleşmeye başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed döneminde ise Anadolu’dan olan göç hızlandırılmıştır. 17. yüzyılda yaşamış ünlü seyyah Evliya Çelebi, Üsküdar’da 70 Müslüman mahallesi olduğunu ve bunların, az bir kısmı hariç Anadolu’dan göç ettiğini, ayrıca 11 Rum ve Ermeni, 1’de Yahudi mahallesi olduğunu ve bölgede hiç Frenk yaşamadığını nakleder. Bu demografik yapı Üsküdar’ı kozmopolitlikten uzaklaştırmış ve hem etnik, hem de kültürel olarak oldukça homojenleştirmiştir.

Bunların dışında Üsküdar İstanbul’un Anadolu ile en küçük bağlantısı olan kısmıdır. 19. yüzyılın sonunda demiryolu yapılıncaya kadar, Anadolu ile yapılan ticaretin merkezi Üsküdar’dır.

Üsküdar aynı zamanda İran ve Ermenistan ile yapılan ticaretin de başlangıç noktasıdır. Ticaret kervanlarıyla Ermeni ve İranlı tüccarlar Üsküdar’da buluşurlardı. Dolayısıyla özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda, Üsküdar tam bir ticaret kentidir.

Fakat buna rağmen Üsküdar, her zaman mütevazi ve sakindir. Gösteriş ve debdebeden hep uzak kalmıştır. Evleri, sokakları sade, fakat zarif ve bakımlıdır. İstanbul’daki en eski ve en büyük Müslüman mezarlığı olan Karacaahmet Mezarlığı Üsküdar’lıya hem herşeyin faniliğini anlatır, hem de hayatın güzelliğini. O yüzden Karacaahmet hüzün dolu bir mekan olmaktan çok bir park alanı gibidir. Zarif servi ağaçlarıyla kaplı ve insanda huzur hissi uyandıran büyük bir park.

Üsküdar sadece hayata veda edenlerin uğurlandığı bir ayrılık mekanı değildir. Her yıl Hac’ca giden hacı adayları ve padişahın Mekke ve Medine Şeriflerine gönderdiği hediyeleri götüren Surre Alayı da Üsküdar’dan uğurlanırdı. O yüzden alışkındır ayrılıklara; cenazeleri de, hacı hacı adaylarını da törenle uğurlar.


İstanbul’un Osmanlılar tarafından ilk fethedilen kısmıdır Üsküdar. Hem büyük fethin ilk aşamasıdır bu, hem de habercisi. Bir asır ve bir yıl boyunca ayrı kalır Üsküdar, karşı kıyıdaki parçasından. Ama nihayet 1453’te sevinçle izler fethi, yeniden kavuşmayı.

Artık Marmara’nın serin suları ayrılığın sebebi değil, ulaşmanın vasıtasıdır. Bu sulardan Üsküdar’a gittiğinizde sizi ilk oalrak Kız Kulesi karşılar.Üsküdar’ın sembollerinden ve güzelliklerinden biridir bu zarif kule. Kıyıya vardığınızda ise bir başka zarif yapı size “hoş geldiniz” der. Mimar Sinan’ın usta ellerinden Mihrimah Sultan Cami’dir bu. Üzerinde durduğumuz meydana güzellik veren bir diğer unsur olan Sultan III. Ahmet Çeşmesi de hemen dikkatinizi çekecektir. Üsküdar’ın güzellikleri daha kıyıya varmadan yakalar insanı, kıyıya vardıktan sonra ise çepeçevre kuşatır.


İstanbul diğer her yeri gibi Üsküdar da günümüzde çok değişti. Özellikle 18.yüzyıldan sonra kıyıda yapılan sahil saraylardan günümüze bir şey kalmadı. Yeşillikler içindeki tepeleri betonlaştı. İki katlı, cumbalı evlerin olduğu sokaklardan ise çok azı halen yaşayabiliyor. Ama herşeye rağmen Üsküdar o sakin Anadolu’lu havasını muhafaza edebildi.

EYÜP

İstanbul’un fethi ile birlikte kurulan ilk Osmanlı -Türk yerleşim alanıdır. Haliç’in güney kıyısında, surların dışında yer alır. İsmini kabri bu semtte bulunan ve bir sahabe olan Hz. Eba Eyyub El- Ensari’den alır.

Eyüp semtinin gelişimi fetihten hemen sonra İslam Ordularının 7.yy. ‘da İstanbul’u kuşatması sırasında şehid düşen Eyyup El-Ensari’nin mezarının Akşemseddin’in gördüğü bir rüya ile bulunup, üzerine bir türbe ve yanına bir caminin yapılması ile başalr. Kanuni döneminde ise Eyüp büyük gelişme gösterir. Bu yıllarda semt camiler, mescidler, medreseler, sıbyan mektepleri, çeşme, sebil, hamam, imaret ve türbelerle donanırken sahilleri ise yalılar ve köşkler süslenmiştir.

Eyüp El-Ensari’nin türbesi yada yaygın tabiriyle Eyüp Sultan Türbesi, Eyüp semtinin toplumsal hayatında merkezi bir yer tutar. Bu türbelerle ilgili geleneklerin bir çoğu bugünde sürmektedir.

Osmanlı zamanında en dikkat çekici gelenek padişahların culus(tahta geçme) merasimlerinden sonra Eyüp Sultan’da kılıç kuşanmalarıdır. Bu merasim, okunan dualar ve kılınan namazlarla dini-manevi bir özellik taşımakta ve yeni padişaha makamının anlamını hatırlatmaktaydı. Ancak bu gelenek belki fetihten de eskidir. Zira Bizans döneminde burada bulunan Leon Makelos manastırının başpapazı, harbe giden imparator, kumandan ve asilzadelere kılıç kuşatmak ve onları takdis etmek gibi bir hakka ve makam da sahipti.

Eyüp Sultan Türbesi’nin Eyüp’ün yerleşim dokusuna kazandırdığı bir başka özellik, bu türbede yatan kişiyi Evliyaullah (Allah Dostu) bilen Osmanlı’nın ona yakın olmak için Eyüp’te defnedilmek istemesidir. Gerek Osmanlı döneminde, gerekse de Cumhuriyet yıllarında halktan kişilerin yanısıra birçok şöhretli isim de son istirahatgah olarak Eyüp’ü seçtiler. Bunun sonucunda semte mistik havasını veren büyük mezarlıklar kurulmuştur. Hem bu mezarlara ait mezar taşlarının sanatsal değerleri, hem de çağlara tanıklık eden üzerlerindeki kitabeleri nedeniyle, Eyüp’teki mezarlıklar bir açık hava müzesi gibidir ve yüzlerce yıllık bir tarih kesitini hüznün diliyle anlatır bizlere. Bu mezarlıklardaki servi ağaçları ise adeta ölümle yaşamın içiçeliğini vurgular.

Eski Eyüp bunların yanı sıra, bayramlar ve kandillerde dolup taşan Eyüp Sultan Türbesi, yeni evlenenlerin ve sünnetlik çocukların buraya ziyarete getirilmesi, Haliç’in bol çeşitli ve lezzetli balıklarını satan balıkçıları, serin ve tatlı suları, Haliç’e bakan tepeler üzerindeki güzel manzaralı mesire yerleri, çiçekçiliği, İstanbul’un süt ve kaymak ihtiyacını karşılayan mandıraları, kıyı kahvehaneleri ve oyunçakçı dükkanları ile de ünlü idi. Düdüklü testiler, fırıldaklar, tahtadan arabalar ve eşyalar, oyuncak tef, davul, düdük ve özellikle “kaynana zırıltısı” ile Eyüp oyuncakçıları, çocukları çok sevdiğine inanılan Eyüp Sultan’ın manevi rehberliğinde faaliyet gösterirlerdi.

19.yy. sonunda bu bölgenin sanayileşmeye açılması ve 1960’lardan sonraki hızlı gecekondulaşma ile bu geleneksel dokunun tamamına yakını ortadan kalkmıştır.

MUSLUMAN ARAPLARIN KUŞATMALARI

İstanbul, müslümanların sefer tarihlerinin başlarından itibaren kutsal bir hedef olagelmiştir. Önce Müslüman Araplar, ardından da Müslüman Türkler yüzlerce yıl boyunca İstanbul’a seferler düzenlemişler, bunların bir kısmında şehri kuşatmışlardır. Hz.Muhammed’den rivayet edilen, Kostantiniye’nin fethine ilişkin olan ve şehri fethedecek komutan ve askerlerin övüldüğü hadiseler bu seferlerin düzenlenmesini teşvik eden faktörlerden olmuştur.

Müslümanların İstanbul’u hedefleyen ilk seferi Hz.Osman’ın hilafeti döneminde gerçekleşmiştir. Dönemin Suriye valisi Muaviye, İstanbul’u hedef alan ilk deniz seferini hazırlamıştır. Bu donanmanın 655’de Bizans deniz kuvvetlerini Fenike kıyılarıındaa yok etmesi ile Müslümanlara deniz yolu açılmıştır.

Müslümanların ilk İstanbul kuşatması ise, 668’de Muaviye‘nin Emevi Halifesi olduğu döneminde gercekleşti. Kadıköy önünde konaklayan ordu kuşatmayı 669’un baharına kadar sürdürdüyse de şehri ele geçiremedi. Salgın hastalıklardan büyük kayıplar vermesi nedeniyle geri dönmek zorunda kaldı. İlerlemiş yaşına karşı sefere katılan Hz. Muhammed’in bayraktarı Hz.Ebu Eyyub El-Ensari bu kuşatma sırasında şehid düştü ve surların dibinde toprağa verildi. Bu seferden sonra, Muaviye’nin 673’de gönderdiği yeni donanma 674’de Marmara'ya girdi. 7 yıl süren kuşatma başarıya ulaşamadı.

Ağustos 7-16-Eylül 717’deki Mesleme bin Abdü’l-Melik komutasındaki kuşatma da başarısızlıkla sonuçlandı. İstanbul önlerindeki ordu, bir yandan hava koşulları, açlık ve hastalıklar, öte yandan Bulgar çetelerinin saldırılarıyla çok kayıp verdi. Bazı kaynaklara göre bu kuşatma sırasında İmparator III.Leon, komutan Mesleme’nin isteği ile Müslüman esirlerin ibadeti için bir konağı mescide çevirmiş, kuşatmanın kaldırılmasından sonra da Mesleme’ye kenti gezdirmiştir.

Araplar’ın son kuşatması 781-782 yıllarında Abbasi Sultanı el-Mehdi’nin oğlu Harun komutasındaki ordu tarafından gerçekleştirildi. Harun Bizans ordusunu İzmit’de yenerek Üsküdar’a kadar ilerledi ve şehri kuşattı. Kuşatma sonunda Bizans ile bir anlaşma imzalayarak döndü. Daha sonra Abbasi tahtına oturan Harun er-Reşid, “Er-Reşid” ünvanını bu seferle almıştır.

Müslüman Arapların bunlar dışında da İstanbul’a yönelik seferleri olmuştur. Ama daha sonraki bu seferlerin hiçbiri kuşatmayla sonuçlanmamıştır.

OSMANLILARIN ISTANBUL KUŞATMALARI

Osmanlı Türkleri 14. yüzyıl boyunca Bizans ve İstanbul ile ilgilendiler. Fetihten çok önce, bugünkü İstanbul metropolüne dahil olan yerleşim birimlerinin, Suriçi hariç tamamı Osmanlı toprağı haline gelmiştir. Yanısıra Osmanlılar bütün bu dönem boyunca, Bizans’ın iç işlerine de karıştılar ve iktidar mücadelelerine taraf oldular. Fetihe kadar süren dönemde de sürekli İstanbul civarında manevralar yaptılar.

1340’da Osmanlı ordusu İstanbul kapılarına kadar ilerlediyse de bu bir kuşatmaya dönüşmedi. Sultan I. Murad’ın Çatalca’dan başlattığı sefer de Hrıstiyan dünyasının oluşturduğu güçlü ittifakla durduruldu.

İstanbul’un fethedilmesine yönelik ilk güçlü kuşatma Sultan Yıldırım Bayezid tarafından yapıldı. İmparator ile yapılan anlaşma sonucu Yıldırım Bayezid’in kuvvetleri şehre giremedi.

Sultan Yıldırım Bayezid, bundan sonra da İstanbul üzerindeki etkisini sürdürdü. İstanbul içinde bir Türk Mahallesi, cami ve Türklerin yargılanacağı bir mahkeme kurulmasını sağladı. Osmanlı’nın çıkarlarını gözeterek İmparatorların tahta çıkmasında etkili oldu. Bu durum Türklerin ileride İstanbul’u fethetmesini etkileyen en önemli faktörlerdendir.

Sultan Yıldırım Bayezid’in dönemindeki son kuşatma girişimi 1400’de yapıldı. Fakat Timur istilası bu hareketi yarıda bıraktırdı.

Sultan Yıldırım Bayezid’in oğlu Musa Çelebi’nin1411’deki kuşatması da başarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlı kuvvetlerinin başarılarından ürken İmparator, Musa Çelebi’nin Bursa’daki kardeşi Çelebi Mehmed’in desteğini alarak kuşatmanın kaldırılmasını sağladı. Daha sonra Osmanlı padişahı olan Çelebi Mehmed döneminde İstanbul’a sefer düzenlenmedi.

Fetihden önceki son kuşatma Sultan II. Murad zamanında gerçekleşti. Uzun bir hazırlık dönemine ve sağlam bir stratejiye dayanan bu kuşatma öncekilerden çok daha zorlu geçti. Kuşatma 15 Haziran 1422’de 10 bin akıncının, İstanbul’u taşraya bağlayan bütün yolları kesmeleriyle başladı. Dönemin en etkili manevi otorilerinden olan Emir Sultan’ın da Bursa’dan gelerek yüzlerce dervişi ile birlikte orduya katılması askerin çoşkusunu artırdı. 24 Ağustos’da Emir Sultan’ında yer aldığı saldırı çok şiddetli oldu ise de, şehrin alınmasına yetmedi. Bu kuşatma Sultan II.Murad’ın kardeşi Şehzade Mustafa’nın isyanı üstüne kaldırıldı. Artık İstanbul’un fethi Sultan Murat’ın oğlu’na kalmıştır.

FETIHTEN ONCE ISTANBUL

Fetih öncesinde Bizans güçlü bir imparatorluk olmaktan çıkmıştı. İmparatorluk Konstantinopolis şehriyle sınırlı hale gelmişti, toprakları Konstantinopolis’ten başka Marmara kıyısındaki Silivri Kalesi, Vize ve Misivri gibi küçük kasabalardan ibaretti. Buralar da Osmanlılar tarafından çepeçevre kuşatılmıştı. Surdışındaki küçük Bizans kasabalarının Osmanlı sınırlarına katılmamış olması ise direnmelerinden değil, buraların çok ciddiye alınmamasından ve hedefin önce Konstantinopolis olmasındandı. Kaldı ki son kuşatmaların başarısız olmasının sebebi ordu değil, daha çok Osmanlı’nın iç sorunlarıydı.

Bizans’ın gücü bu dönemde bir imparatorluk gücü değildi. Bizans imparatorları da artık Osmanlılara itaatini sunmuş ve her yıl düzenli haraç ödemeyi kabul etmişlerdi. Osmanlılar için artık karşılarında Bizans İmparatorları yerine kendilerine haraç veren küçük Tekfurlar vardı. Konstantinopolis de bir imparatorluk başkentinden ziyade dini bir merkezdi. Hıristiyan dünyasının İslam dinine ve Müslüman ordulara karşı en son ve en güçlü kalesiydi ve kesinlikle düşmemeliydi. Bu yüzden Papa önderliğiinde bu kaleyi korumak için yeni Haçlı Seferleri örgütleniyordu.

Bu dönemde Osmanlı akınlarından ve kuşatmalarından bunalan Bizans’ın önemli sorunu, Hristiyan dünyasındaki örgütlenmenin Ortodoks ve Katolik olarak ikiye ayrılmış olmasıydı. Bu ayrılık Hristiyan Avrupa’nın Ortodoks Bizans’ı yeterince kollayamaması anlamına geliyordu. Bu ikiliği gidermek için çaresizlik içinde çırpınan İmparator ve Patrik, 1439’da Floransa Konsili’nde Katolik Kilisesi’ne boyun eğdi. Rum Ortodoks Kilisesi de Katolik Kilisesi’ne boyun eğdi. Rum Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesi kavgasında zoraki de olsa bir ittifak dönemi başladı. Böylece yüzyıllardır süren Ortodoks-Katolik çatışması, Osmanlı’nın baskısıyla kısa süreli de olsa donduruldu. Ancak bu anlaşma Konstantinopolis halkı tarafından hiç de hoş karşılanmadı ve Ayasofya’daki resmi kutlama törenleri halkın sert protestolarıyla karşılaştı. Bizans halkı Konstantinopolis’de Avrupalı’yı görmek istemiyor, yeni bir latin dönemi yaşamaktan korkuyordu.

Floransa Konsili’nde sağlanan birleşmeden sonra kurulan güçlü Haçlı Ordusu, Rumeli’yi 1443 ve 1444’de istila etti.Fakat 1444’de Osmanlı’nın kazandığı Varna Zaferi ile Haçlıların önünü kesti.

Bu son savaş Kostantinopolis’in alınyazısını belirledi. Osmanlı’nın Anadoluya ve Rumeliye yayılan genç İmparatorluğu için Kostantinopolisi fethetmek artık tersi düşünülemez bir mecburuyetti. İmpaaratorluk topraklarının tam kalbindeki bu yabancı unsur ortadan kaldırılmalıydı; çünkü Anadolu’nun ve Rumeli’nin gerçek anlamda birbirene bağlanması Kostantinopolisin fethiyle mümkündü.

ISTANBUL’UN FETHI

İstanbul’un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı. Kuşatma için gerekli olan çok büyük toplar döktürüldü. 1452 yılında Boğaz'ıın kontrolünü sağlamak için Rumeli hisarı inşa edildi. 16 kadırgadan oluşan güçlü bir donanma oluşturuldu. Asker sayısı iki kat arttırıldı. Bizansın yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Ceneviz’lilerin elinde bulunan Galata’nın da savaş esnasında tarafsız kalması sağlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuşatma başladı. Fetihin kronlojisi şu şekildedir :

6 Nisan 1453: Fatih Sultan Mehmed otağı Konstantinopolis önlerinde, St.Romanüs Kapısı (Şimdiki Topkapı) önüne kuruldu. Aynı gün şehir, Haliç’ten Marmara’ya kadar kuşatıldı.

6-7 Nisan 1453: İlk top atışları başladı. Edirnekapı yakınındaki surların bir kısmı yıkıldı.

9 Nisan 1453: Baltaoğlu Süleyman Bey Haliç’e girmek için ilk saldırıyı yaptı.

9-10 Nisan 1453: Boğazdaki surların bir bölümü ele geçti. Baltaoğlu Süleyman Bey Prens adalarını ele geçirdi.

11 Nisan 1453: Büyük surlar dövülmeye başlandı.Yer yer gedikler açıldı. Sürekli dövülen surlarda tahribat önemli boyutlara ulaştı.

12 Nisan 1453: Donanma Haliç’i koruyan gemilere saldırdı fakat Hristiyan gemilerinin üstün gelmesi Osmanlı ordusunda moral bozukluğuna yolaçtı. Fatih Sultan Mehmed’in emri üzerine havan topları ile Haliç’deki gemiler dövülmeye başlandı ve bir kadırga batırıldı.

18 Nisan 1453, Gece : Padişah, ilk büyük saldırı emrini verdi. Dört saat süren saldırı püskürtüldü.

20 Nisan 1453: Yardıma gelen erzak ve silah yüklü, üçü Papalığın, biri Bizans’ın dört savaş gemisiyle Osmanlı donaması arasında Yenikapı açıklarında bir deniz savaşı meydana geldi. Padişah bizzat kıyıya gelerek Baltaoğlu Süleyman Paşa’ya gemilerini her ne pahasına olursa olsun batırmasını emretti. Osmanlı donanması, sayıca üstünlüğüne rağmen, kendilerinden büyük ve yüksek olan düşman gemilerini engelleyemedi. Bu başarısızlık Osmanlı Ordusunda bir bozgun etkisi gösterdi. Asker orduyu terk etmeye başladı. Hemen sonra bu durumden istifade etmek isteyen İmparator bir barış önerisinde bulundu.

Sadrazam Çaldarlı Halil Paşa’nın desteğiyle bu öneri reddedilerek, kuşatmaya ve surların büyük toplarla dövülmesine devam edildi.

Bütün bu bozgun havası içinde Fatih Sultan Mehmet’e şeyhi ve hocası Akşemseddin’in fetih müjdesi mektubu geldi. Fatih Sultan Mehmet bu manevi desteğin de etkisiyle bir yandan saldırıyı şiddetlendirirken, öte yandan herkesi şaşırtan yeni girişimlerde bulundu: Dolmabahçe’de demirlenen donanma karadan Haliç’e indirilecekti.

22 Nisan 1453: Sabahın erken saatlerinde Hristiyanlar, Fatih Sultan Mehmed’in inanılmaz azminin Haliç sırtlarında, karada seyrettiği gemileri hayret ve korkuyla gördüler. Öküzlerle çekilen 70 kadar gemi yüzlerce gemi tarafından halatlarla dengeleniyor ve kızaklar üzerinde ilerliyordu. Öğleden sonra gemiler artık Haliç’e inmişlerdi.

Türk donanmasının umulmadık biçimde Haliç’de görünmesi Bizans üzerinde büyük bir olumsuz tesir yaptı. Bu arada Bizans kuvvetlerinin bir kısmı Haliç surlarını savunmaya başladığı için, kara surlarının savunması zayıfladı.

28 Nisan 1453: Haliç’deki gemi yakma girişimi yoğun top ateşiyle engellendi. Ayvansaray ile Sütlüce arasına köprü kuruldu ve buradan Haliç surlarıda ateş altına alındı. Deniz boyu surlarında tamamı kuşatıldı.

İmparator’a Ceneviz’liler aracılağıyla koşulsuz teslim önerisi iletildi. Eğer teslim olunursa serbetçe istediği yere gidebilecek, halkın canı ve malı güvende olacaktı. İmparator bu teklifi kabul etmedi .

7 Mayıs 1453: 30.000 kişilik bir kuvvetle Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara yapılan 3 saatlik saldırı sonuca ulaşamadı.

12 Mayıs 1453: Tekfursarayı ile Edirnekapı arasında yapılan büyük saldırı püskürtüldü.

16 Mayıs 1453: Eğrikapı önüne kazılan lağımla Bizans’ın açtığı karşı lağım birleşti ve yeraltında şiddetli bir çarpışma oldu.

Aynı gün Haliç’deki zincire yapılan saldırı da başarılı olamadı. Ertesi gün tekrar saldırıldı, yine sonuca ulaşılamadı.

18 Mayıs 1453: Hareketli ağaçtan bir kule ile Topkapı yönünden saldırıya geçildi. Şiddetli çarpışmalar akşama kadar sürdü. Bizans’lılar gece kuleyi yaktılar, doldurulan herdekleri boşalttılar.

Sonraki günlerde surların yoğun top ateşiyle dövülmesi sürdürüldü.

25 Mayıs 1453: Fatih Sultan Mehmed, İmparator’a İsfendiyar Beyoğlu İsmail Bey’i elçi göndererek son kez teslim olma teklifinde bulundu. Bu teklife göre imparator bütün malları ve hazinesiyle istediği yere gidebilecek, halktan isteyenlerde mallarını alıp gidebilecekler, kalanlar mal ve mülklerini koruyabileceklerdi. Bu teklif de reddedildi.

26 Mayıs 1453: Kuşatmanın kaldırılması, aksi durumda Macaristan’da Bizans lehine harekete geçmek zorunda kalacağı, ayrıca Batı devletlerinin gönderildiği büyük bir donanmanın yaklaşmakta olduğu gibi söylentilerin artması üzerine Fatih Sultan Mehmed Savaş Meclisini topladı. Bu toplantıda, baştan beri kuşatmaya karşı olan Çaldarlı Halil Paşa ve taraftarları kuşatmayı kaldırılmasını savundular. Padişah ile birlikte lalası Zağanos Paşa, Hocası Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlar buna şiddetle karşı çıktı.

Saldırıya devam etme kararı alındı ve hazırlıkları yapma görevi Zağanos Paşa’ya verildi.

27 Mayıs 1453: Genel saldırı orduya duyuruldu.

28 Mayıs 1453: Ordu, gününü ertesi gün yapılacak saldırılara hazırlanmak ve dinlenmekle geçirildi. Orduda, tam bir sessizlik hakimdi. Fatih Sultan Mehmed safları dolaşarak askeri yüreklendirdi.

İstanbul’da ise bir dini ayin düzenlendi, İstanbul Ayasofya’da herkesi savunmaya davet etti. Bu tören Bizansın son töreni oldu.

29 Mayıs 1453: Birlikler hücum için savaş düzenine girdiler. Fatih Sultan Mehmed sabaha karşı savaş emrini verdi. Konstantinopolis cephesinde askerler savaş düzenini alırken halk kiliselere doluştu.

Osmanlı ordusu karadan ve denizden tekbirlerle ve davul sesleri ile son büyük saldırıya geçtiler. İlk saldırıyı hafif piyade kuvvetleri yaptı, ardından Anadolu askerleri saldırya geçti. Surdaki gedikten içeriye giren 300 kadar Anadolu askeri şehit olunca, ardından Yeniçeriler saldırıya geçtiler yanlarına kadar gelen Fatih Sultan Mehmed’in yüreklendirmesiyle gögüş göğüse çarpışmalar başladı. Surlara ilk Türk Bayrağını diken Ulubatlı Hasan bu arada şehit oldu. Belgrad kapıdan Yeniçeriilerin içeri girmesi ve Edirnekapı’daki son direnişçileri ardından çevrilmeleri üzerine Bizans savunması çöktü.

Askerleri tarafından yalnız bırakılan İmparator sokak çatışmaları sırasında öldürüldü. Her yandan kente giren Türkler Bizans savunmasını tümüyle kırdılar. Fatih Sultan Mehmed öğleye doğru Topkapı’dan şehre girdi, doğruca Ayasofya ‘ya girerek burayı camiye çevirdi. Böylece bir çağ açılıp, bir çağ kapandı.

FETHIN SONUÇLARI

İstanbul’un fethinin Türk, İslam ve dünya açısından önemli ve tarihin akışına yön verecek olan sonuçları vardır. Bu nedenle bir çok tarihçi İstanbul’un fethiyle Ortaçağ’ın sona erdiğini kabul eder.

Fetihle birlikte Osmanlılar, Anadolu’da kurulmuş bulunan çok sayıdaki Türk Beyliğine karşı üstünlüğünü pekiştirmiş bulunuyordu. Bu nedenle İstanbul’un fethi, Anadolu’daki Türk birliğinin sağlanmasında önemli bir etkendir.Osmanlıların sadece Anadolu’daki Türklerin değil, aynı zamanda bütün İslam ümmetinin lideri olması süreci de fetihten sonra başlar . Böylece Osmanlı Beyliği bir dünya devleti haline gelecektir.

Fetihten sonra, Osmanlı liderliğindeki İslam, dünya politakasının temel dinamiklerinden biri olmuştur. O dönemde Eski Dünya’da yaşanan bütün uluslararası olaylarda Müslümanların belirleyici bir rolü vardır.

Avrupa Hrıstiyanlığı yaklaşık üç asır boyunca Haçlı Seferleri ile İslamiyeti Ön-Asya’dan çıkarmaya çalışmıştı. Bu mücadelede İstanbul Haçlılar için bir sınır karakolu işlevi görüyordu. İstanbul’un fethinden sonra Ön-Asya’daki İslam egemenliği Hrıstiyan dünyasınca kesin olarak kabullenilecek ve bir daha bu toprakları kurtarmak için Haçlı seferi düzenlemeyecektir. Aksine İslam Avrupa içlerine yönelecektir. İstanbul’un Fethi Müslümanlar için Avrupa’ya karşı kazanılmış ve uzun yıllar sürecek bir üstünlüğün başlangıç noktasıdır.

İstanbul’un fethinin dünya tarihi açısından önemli olmasının bir diğer sebebi de Rönensans üzerindeki etkisidir. Fetih’ten sonra bir çok Bizans’lı düşünür ve sanatçı yanlarına çok değerli yazma eserleri de alarak, çoğunlukla Roma’ya göç ettiler. Bu kimseler klasik Yunan kültürüne dönüşte önemli rol oynadılar ve kısa bir süre sonra Avrupa’da Rönensans hareketi başladı.

FATİH SULTAN MEHMED

1432-1481 yılları arasında yaşamış yedinci Osmanlı padişahıdır. 1444 ve 1451 yıllarında iki kez tahta çıkmış ve toplam otuz bir yıl tahta kalmıştır.

Küçük yaştan itibaren eğitimine büyük önem verilen Şehzade Mehmed, Molla Yegan, Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Ayas gibi devrin önde gelen bilginleri tarafından yetiştirildi. Dönemin geleğine uygun olarak devlet yönetiminde tecrübe kazanması için Manisa Sancakbeyliğine tayin edildi. Mükemmel bir eğitimle, matematik, geometri, hadis, tesir, fıkıh, kalem ve tarih bilimleri tahsil etti. Tebasına kendi dili ile hitap etmek için Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpca öğrendi. Kudretli bir asker olduğu kadar geniş görüşlü birfikir adamı olarak yetişti. Edebiyatla da ilgilenen Fatih, şiirde devrinin üstadları arasında yer aldı ve “Avni” mahlasıyla edebi değeri yüksek şiirler yazdı. Sarayda yazılan ilk divan Fatih’e aittir.

Fatih Sultan Mehmed, Manisa Sancakbeyi iken babası Sultan II.Murad’ın tahttan çekilmeye karar vermesi üzerine padişah ilan edildi. Tahtta çocuk yaşta birinin olmasından cesaretlenen Avrupa devletleri, Osmanlı topraklarını taciz etmeye başladılar. Osmanlılar’ı Avrupa’dan atmak için büyük bir haçlı ordusu hazırladılar. Bunun üzerine Sultan II.Murad ordunun başına geçti ve Varna Meydan savaş’ında Haçlı Ordusunu yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra Sultan II.Murad tekrar devletin başına geçti. Fatih Sultan Mehmed Manisa’ya gönderildi. İkinci şehzadelik döneminde de yine dönemin önemli bilginlerinden ders almayı sürdürdü.

Sultan II.Murad’ın vefatı üzerine Fatih Sultan Mehmed başkent Edirne’ye gelerek ikinci kez tahta çıktı. Tahta çıktığında ilk işi İstanbul‘un fethine ilişkin şehzadeliği dönemlerinden beri tasarladığı planları uygulamak oldu.

Önce Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Bir yandan da Avrupa’da görülmemiş büyüklükte toplar ısmarladı ve bir donanma kurdu. Saldırı gününde komutayı doğrudan üstlendi.

İstanbul’un fethinden sonra Tuna’ya kadar hakim olmaya ve Sırp sorununu çözmeye yöneldi. Sırbistan’ın Osmanlı hakimiyetine girmesini sağladı. Fetih hareketlerine devam ederek Cenovalılar’ın ticari limanı Kele’yi ve önemli bir üs olan Amasra’yı ele geçirdi. Ardından Sinop’u alarak Candaroğulları’na, Trabzon’u alarak Pontus Devleti’ne son verdi. Midilli Adası’nı Osmanlı topraklarına kattı. Bosna-Hersek’in fethini tamamladı. Tuna güneyindeki Balkanları Osmanlı idaresinde birleştirdi. Karamanlılar’dan Konya ve Karaman’ı alarak Karaman Eyaleti’ne dönüştürdü. Venedikler’den Eğriboz Adası’nı aldı. Ayrıca Alaiye (Alanya) Beyleri’nin egemenliğine son verdi. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı Otlukbeli Savaşı’nda yenerek Anadolu’yu kesin olarak Osmanlılar’a bağladı. Daha sonra Batıya yönelerek bazı Cenova kalelerini fethetti ve Kırım Hanlığı’nı Osmanlılar’a bağladı. Arnavutluk’u ele geçirdi. Güney İtalya’daki Otranto Osmanlılar’ın eline geçti. Bunun üzerine Papalık büyük bir telaşa kapıldı. Yeni bir haçlı seferinin düzenlenmesi için Avrupa devletlerine çağrıda bulundu. Fakat Avrupa devletleri buna cesaret edemediler.

Fatih Sultan Mehmed, 1481 ilkbaharında yeni bir sefere çıkarken Gebze yakınlarında vefat etti. Bazı araştırmacılara göre zehirlenerek öldürülmüştür.

DEVLET VE BİLİM ADAMI FATİH SULTAN MEHMED

Benzerine çok rastlanmayan son derece yoğun bir eğitimden geçen Fatih Sultan Mehmed, daha çocukluğundan itibaren büyük ber devlet adamı olmak üzere yetiştirildi.

Üstün bir komutanlık özelliğine sahipti. Çok iyi teşkilatlanmış ordusunu savaşlarda en iyi şekilde kullandı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına son derece özen gösterirdi. Topçuluğa gerekli önemi veren ilk padişahtır. Fatih’ten önce top, bütün dünyada sesiyle düşmanı ürkütmesi için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edeceği ve meydan muharebelerinde önemli rol oynayacağı hiç düşünülememişti. Fatih bütün bunların akıl ederek o tarihe kadar görülmemiş sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukavemet hesaplarını kendisi yaptı. Dünya çapında bir devlet kurma fikrine yürekten inanmıştı. Bu idealin gerçekleşmesi için ömrünü fetihlerde geçirdi. 30 yıl süren saltanatı boyunca ikisi imparatorluk, altısı prenslik, beşide dukalık olmak üzere irili ufaklı 17 devletin topraklarını fethetti. Karadeniz’i bir Türk denizi haline soktu, bütün Balkan yarımadasını elegeçirdi ve Ege’de bazı adaları aldı. Babası Sultan II.Murad’dan devraldığı Osmanlı Devleti’nin topraklarını 2,5 katına çıkardı.

Fatih Sultan Mehmed, fetihleriyle olduğu kadar, devlete düzenli sürekli bir yapı kazandırmak için getirdiği düzenlemeler açısından da Osmanlı tarihinde önemli bir yer tutar. Fatih kanunnamesi’yle yönetim, maliye ve hukuk alanlarında kurallar koyarak devletin işleyişini düzenledi. Geniş görüşlü ve açık düşünceli bir padişah olarak kültür ve sanat alanında gelişmeye öncülük etti. İnsanlara, inançları konusunda eşi görülmemiş bir hoşgörü gösterdi. İstanbul’u aldıktan sonra İtalyan hümanistleri ve Rum bilginlerini sarayında topladı. Ortodoksluğun tek ve en büyük koruyucusu oldu. Patrik, Osmanlı protokülüne göre vezir rutbesine eş tutuldu.

Patrik II.Gennadios’a Hristiyan inancının temel ilkelerine ilişkin bir eser hazırlattı ve Osmanlıca’ya çevirtti. Fatih Camii’nin çevresinde kurduğu sekiz medrese, İslam ilimleri alanında yüz yıl boyunca imparatorluğun en önemli öğretim kurumu oldu. Zaman zaman “ulema” adı verilen İslam ilahiyatçılarını bir araya toplayarak onların tartışmalarını dinlerdi. Bilginlere karşı büyük yakınlık gösterir, onlara saygı ile davranırdı. Osmanlı İmparatorluğu Fatih’in hükümdarlığı zamanında matematik, astronomi ve ilahiyat alanında en yüksek düzeye erişti.

TEK PARTILI YILLARDA ISTANBUL

İstanbul Cumhuriyet’i kan kaybetmekte olan bir şehir olarak karşıladı. Yüzyılın başlarında 850.000 civarında olan nüfus, 1927 sayımlarında 700.000 ‘ e kadar düştü. İstanbul’un kimliğini oluşturan nüfusunun kompozisyonu da değişti.

İstanbul, Cumhuriyet ile birlikte imparatorluk başkenti olma özelliğini kaybedecektir. Üç büyük imparatorluğun başkenti, artık bir ulus devletin sadece en büyük kenti olarak varlığını sürdürecektir. Yine Cumhuriyet ile İstanbul, İslam dünyasının hilafet merkezi olmaktan da çıkmıştır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıylada tarihin en zengin mistik alanları İstanbul’lunun günlük hayatında çekilmiştir. Bütün bu olanlar yüzlerce yılın oluşturduğu İstanbul ve İstanbul’lu kimliklerini yok edecektir. Öncelikle bu tarih şehri olan İstanbul, tarihinden, tarihinin taşıdığı zenginliklerden (kültürel, dini, sosyal, mimari, folklorik.....) koparılmıştır.

Bu yandan batılılaşmaya, öte yandan imparatorluğa ait her türlü sembol ve kurumdan kurtularak ulus devlet olmaya çalışan genç devlet bu yıllarda bütün enerjisini kültürel, politik, ekonomik, mimari, ideolojik vs. her anlamda Ankara’ yı kurmaya kullandı. İstanbul ciddi biçimde ihmal edildi. O kadar ki bir dönem İstanbul’a ayrıca bir belediye başkanına bile gerek görülmedi. O esnada dünyanın sayılı şehirlerinden biri olmayı sürdüren İstanbul’un belediye başkanlığı valini ikinci işi oldu. Şehre ilişkin bütün kararlar Ankara merkezli ve Ankara gözüyle, masa başında alındı. İstanbul, ikibin yılı aşan kent tarihinde ilk kez dışarıdan yönetilmeye başlandı. İktisadi ve ticari merkez olmayı sürdüren şehire bu dönemde, ürettiğinden çok daha az kaynak ayrıldı.

Bu dönemde şehricilik adına hiçbirşey yapılmadı. Sadece genç devletin ideolojisini yansıtan değişiklikler gerçekleşti; Sokak adlarının değiştirilmesi, Osmanlı Hanedanına ve İmparatorluk kurumlarına ait binaların yeni fonksiyonlar için kullanılmaya başlanması, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi, imparatorluk kurumlarının yeni isim ve düzenlemelerle açılması gibi daha çok sembolik anlamlar taşıyan uygulamalar yapıldı.

MENDERES DONEMI

Cumhuriyet döneminde İstanbul ‘un imarına ilişkin ilk uygulamalar Adnan Menderes döneminde oldu. Bir yandan 1950 sonrasında başlayan sosyal hareketlilik ve bunun neticesi olan göç patlaması, diğer taraftan DP yöneticilerinin zihinlerindeki modern kent imajı İstanbul’da yoğun imar çalışmalarına yol açtı. Tarihi kent dokusunu yok edilmesi pahasına açılan yollar kentin çehresini oldukça değiştirdi.


1950 -1960 arasında birçok büyük yol açıldı ve varolanlar genişletildi. Bunların başlıcaları Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Beyazıt-Aksaray arasındaki Ordu Caddesi, Şehzadebaşı-Edirnekapı arasındaki yol; Sirkeci-Florya arasında sahil yolu, Eminönü- Unkapanı yolu, Karaköy-Azapkapı yolu, Karaköy-Dolmabahçe yolunun genişletilmesi, Kemeraltı Caddesi ve Barbaros Bulvarı’dır.

Bu yollar açılırken binlerce bina yıkıldı. Bu imar faaliyetlerinden Murad Paşa Hamamı, Simkeşhane, Hasan Paşa Hanı, Bayezid Hamamı, Fatih Külliyesinin Akdeniz Medreseleri, Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi ve Sıbyan Mektebi gibi birçok tarihi eserde zarar gördü. Birçok eser ya yer değiştirdi , yada yok edildi. Yine bu dönemde Belediye Sarayı, Hilton Oteli ve Divan Oteli gibi kentin mimari anlayışındaki değişimi yansıtan büyük binalar yapıldı.

Menderes’in uygulamaları sonucu İstanbul ulaşım açısından uzun yıllar son derece rahat bir şehir oldu.

Menderes Döneminde İstanbul sadece yeni yollar ve yeni binalarla tanışmakla kalmadı.Daha önce kuzeyden ve batıdan göç eden unsurlarla taşınan şehir, gerçek anlamda Anadolu ile bu yıllarla tanıştı. Şehir yoğun göç almaya başladı. 1950’li yıllar zaten oldukça zayıflayan İstanbul’lu kimliğinin ve İstanbul’un geçmişten kalabilen alışkanlıklarının hepten yok olduğu yıllar oldu.

70’LERDEN BUGUNE ISTANBUL

1950-1960 yılları arasında, Demokrat Parti’nin başlattığı imar çalışmalarından sonra, 1970’li yıllara kadar İstanbul şehircilik anlamında fazla bir şehircilik yaşamadı.

70’li yıllarda eski hızı ile olmasa da imar faaliyetleri canlandı. 1973 yılında Boğaziçi Köprüsü açıldı. Çevre yollarıyla birlikte Boğaziçi Köprüsü yeni yerleşim birimlerinin doğmasına ve metropoli kuşatan çevrede yeni rant alanlarının oluşmasına yol açtı.

İlki çapında olmasa bile, 1980’li yıllardan sonra ikinci bir imar faaliyeti başlatıldı. Haliç çevresinin sanayi kuruluşlarında temizlenmesi, 1988 yılında Boğaz üzerindeki ikinci köprü olan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün açılması, Tarlabaşı Bulvarı, Boğaz’ın Avrupa yakasındaki kazıklı yol, Kadıköy-Bostancı arasındaki kıyının doldurularak yol yapılması, hızlı tramvay, Taksim-Levent arasındaki metro projesi bu faaliyetlerinin önemlilerindendir.


Yine bu yıllarda İstanbul’a göç artarak sürdü. Kent çepeçevre gecekondularla ve bunlarla benzerlikler taşıyan ucuz kooperatif konutlarıyla sarıldı.

1980’li yıllar sanayi kuruluşlarının şehir dışına taşımaya başladığı yıllardır.Halen Tem otoyolunun Avrupa yakasındaki bölümü sağlı sollu sanayi siteleriyle çevrilmiş durumdadır.

Yine son yıllarda basın kuruluşları da şehrin merkezini terketmişler, İkitelli civarında inşa ettirdikleri modren gökdelenlere taşınmışlardır.

Çöp, su, gecekondu, ulaşım gibi bir sorunla boğuşan kentte, son yıllarda hava kirliliğide aşırı boyutlara ulaşmıştır. Ama 1994’te işbaşına gelen yeni belediye yönetiminin döneminde, doğalgaz şebekesinin hızla yaygınlaştırılması ve kalitesiz kömür kullanımı üzerindeki titiz kontroller sayesinde İstanbul’lular son kışı hava kirliliği açısından oldukça rahat geçirmişlerdir. Ayrıca şehre su sağlayacak yeni imkanların devreye sokulması ile su arıtma ve dağıtım şebekelerindeki yeni yatırımlar neticesinde, kentin en çileli sıkıntılarında olan su problemi de büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır.

Son yıllardaki İstanbul açısından en önemli olay ise hiç şüphesiz HABİTAT II Kent Zirvesi’nin şehrimizde yapılmasıdır.